Mahkeme Nedir

Mahkeme Nedir ? Mahkeme Ne demek ?

1-)Alm. Gericht (-shof m.) (n), Fr. Tribunal (m.), cour (f), İng. Court of justice. Hüküm verilen yargı yapılan yer. Bir hakimin veya birlikte karar veren hakimlerin yargı görevini yerine getirdikleri mercii. Yargı kuvvetini kullanarak kazai tasarrufta bulunan resmi makamların hepsi. Davaların görülüp karara bağlandığı yer; hüküm verme yeri. Mahkeme kelimesi, Arapça “hüküm” kelimesinden türemiştir. Lügatte, “hüküm verilen yer” manalarında kullanılmaktadır.

Türk Hukukunda mahkeme teşkilatı, 8 Nisan 1340 (1924) tarihli ve 469 yazılı, (Mehakimi Şer’iyenin ilgasına ve Mehakim Teşkilatına ait ahkamı muaddil kanun) ile düzenlenmiştir. Ancak bu kanun sadece bidayet mahkemelerinin (alt mahkemelerin) teşkilatını düzenler. Temyiz Mahkemesi (üst, yüksek mahkeme) olan Yargıtay teşkilatı, 1221 sayılı Temyiz Mahkemesi Teşkilatına dair kanun ile düzenlenmiştir.

İslam Hukukunun tatbik edildiği Osmanlı döneminde mevcut olan İstinaf Mahkemeleri kaldırılmıştır. Bu mahkemeler bugün artık mevcut değildir. İstinaf Mahkemeleri, alt mahkemeler ile üst mahkemeler arasında ikinci derecede bulunan bir mahkeme çeşidi idi. Bugün bazı hukukçular İstinaf Mahkemelerinin bir zaruret olduğunu ve tekrar kurulması gerektiğini müdafaa etmektedirler.

Türk Hukukunda, 496 sayılı kanun prensip olarak, çok hakimli mahkeme sistemini kabul etmiştir. Fakat lüzum görülen hallerde tek hakimli mahkemelerin kurulabileceği de, bu kanunun geçici maddelerinde belirtilmiştir. Bu yetki Adalet Bakanlığına verilmiştir. Günümüzde uygulamada Hukuk Mahkemeleri kural olarak tek hakimlidir, Sulh Hukuk ve Asliye Hukuk Mahkemeleri böyledir. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük illerde bulunan Ticaret Mahkemeleri çok hakimli mahkemelerdir. Ceza Mahkemelerinde Sulh Ceza ve Asliye Ceza Mahkemeleri tek hakimli olduğu halde, Ağır Ceza Mahkemelerinde birden fazla hakim mevcuttur. Yani toplu hakim sistemine göre kurulmuş olup üç hakimlidir.

İngiltere’de tek hakim sistemi sayesinde ihtilafların hızla halledildiği görülmektedir. Ülkemizde Şer’iye mahkemelerinde de tek bir kadı(hakim) bulunmaktaydı. Bugün de Sulh Mahkemelerinde tek hakim vardır. Keza, sorgu hakimleri de tektir. Çocuk Mahkemelerinin asliyelik suçlara bakan-kısmı tek hakimlidir. Askeri Mahkemeler, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Danıştay, Yargıtay, Anayasa mahkemesi hep toplu hakim sistemine göre çalışmaktadır.

Hemen hemen bütün ülkelerde mahkemeler Üst Yüksek Mahkemeler, Özel Mahkemeler ve Genel Mahkemeler olarak üç bölüm halinde tasnif edilmektedir.

1982 tarihli TC Anayasası’nın 142. maddesinde, “Mahkemelerin kuruluş, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir” hükmü yeralmaktadır. Keza 9. maddede de, “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” denilmektedir.

Memleketimizde, bütün mahkemelerin teşkilat ve kuruluşunu toplu olarak düzenleyen bir kanun henüz mevcut değildir. Fakat, muhtelif tarihlerde çıkarılan kanunlarla çeşitli mahkemelerin kuruluşları düzenlenmiştir. Bu kanunlar ve anayasada yeralan hükümler dikkate alınarak, Türk Hukukunda yer alan mahkemeler şu şekilde tasnif edilir.

YÜKSEK MAHKEMELER

1. Anayasa Mahkemesi: Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve TBMM içtüzüğünün Anayasa’ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler. Ayrıca Yüce Divan sıfatıyla gerektiğinde Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini ve Yüksek Yargı organları üyelerini yargılar. (Bkz. Anayasa Mahkemesi)

2. Yargıtay: Adliye Mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.

3. Danıştay: İdari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar. (Bkz. Danıştay)

4. Askeri Yargıtay: Askeri Mahkemelerde verilen karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Ayrıca, asker kişilerin kanunla gösterilen belli davalarına ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.

5. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi: Askeri olmayan makamlarca tesis edilmiş olsa bile, asker kişileri ilgilendiren ve askeri hizmete ilişkin idari işlem ve eylemlerden doğan uyuşmazlıkların yargı denetimini yapan ilk ve son derece mahkemesidir. Ancak askerlik yükümlülüğünden doğan uyuşmazlıklarda ilgilinin asker kişi olması şartı aranmaz.

6. Uyuşmazlık Mahkemesi: Adli, idari ve askeri yargı mercileri arasındaki görev ve hüküm uyuşmazlıklarını kesin olarak çözümlemeye yetkilidir.

7. Sayıştay: Genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını TBMM adına denetlemek, sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir. (Bkz. Sayıştay)

ÖZELMAHKEMELER

1. İş Mahkemesi: İş Kanunu ile alakalı olan davalara bakar. İşçi işveren ilişkilerinden kaynaklanan ve hizmet akdi ile alakalı davalar çalışma sahasına girer.

2. Ticaret Mahkemesi: Ticaret Kanununda hangi davalara bakacağı gösterilmiştir. Tacirler, ticari işletmeler ve müesseselerle alakalı davalara bakarlar. Üç hakimden müteşekkildir.

3. Tapu ve Kadastro Mahkemesi: Tapulama kamu ve kadastro ile alakalı davalara bakmaktadır.

4. Disiplin Mahkemesi: Üç üyeli bir askeri mahkemedir. Asker kişilerin disiplin suçlarına bakar. Hangi mercilerin disiplin mahkemesi kuracağı kanunla tesbit edilmiştir.

5. Sıkıyönetim Mahkemesi: 1971 tarihinde 1402 sayılı kanunla ihdas edilmiştir. Mahkemenin kurulabilmesi için fevkalade şartların tahakkuk etmesi ve bir sıkıyönetim halinin olması lazımdır. Kendi kanununda gösterilen davalara bakar. Kuruluşu, askeri mahkemelerin kuruluş esaslarına tabidir.

6. Devlet Güvenlik Mahkemesi: 1982 Anayasası, 143. maddesinde yazılan vazifeleri görmek üzere DGM’lerinin kurulacağı öngörmektedir. Bu ise, DGM’leri Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, her demokratik düzen ve nitelikleri Anayasa’da belirtilen, cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulur” şeklinde ifade etmektedir. (Bkz. Devlet Güvenlik Mahkemesi)

GENEL MAHKEMELER

1. Sulh Hukuk Mahkemesi: Kanunda belli edilen işlerle birlikte, ihtilaf konusu iki milyon TL’ye kadar olan davalara bakar (Bu rakam enflasyonla alakalı olarak zamanla değişmekte ve ayarlamalar yapılmaktadır.) Tek hakimle vazife görmektedir. Her ilçede bir Sulh Hukuk Mahkemesi bulunur.

2. Asliye Hukuk Mahkemesi: Bu mahkeme de tek hakim esasına göre çalışmaktadır. Hukuk davalarından, yine kanunla belli edilen ve Sulh Hukuk Mahkemesinin vazifesi içine girmeyen davalara bakar. Her ilçe de en az bir Asliye Hukuk Mahkemesi bulunur.

3. Sulh Ceza Mahkemesi: Tek hakimle vazife yapar. Hangi konularda görev yapacağı alakalı kanunda gösterilmiştir. Her ilçede Sulh Ceza Mahkemesi görev yapar.

4. Asliye Ceza Mahkemesi: Sulh ve Ağır Ceza Mahkemelerinin vazifesi dışında kalan işlere bakan ve tek hakimle çalışan bir mahkemedir.

5. Ağır Ceza Mahkemesi: Bir başkan ve iki üye olmak üzere, üç hakimden kurulan, toplu hakim esasına göre çalışan bir mahkemedir. Ağır cezayı gerektiren davalara bakar.

Mahkemelere davaların açılışı: Mahkemelerin faaliyete geçmesi, bir iddia ve müracaat ile başlar. Yani mahkemeler olaya re’sen (kendiliğinden) el atmazlar. Hakkının tesbitini isteyen veya zarar gören biri, vekili veya amme davalarında savcı, mahkemede dava açar. Kendisine suç ihbarında bulunulan savcı, önce bir hazırlık tahkikatı (hazırlık soruşturması) yapar. Sözkonusu fiil ile ilgili bazı ip uçları ele geçirirse ilgili kişi hakkında dava açar. Değilse takipsizlik kararı verir. Hukuk davalarında ise dava, ilgili kişi veya vekili tarafından doğrudan doğruya yetkili ve görevli mahkemeye açılır. İdari ihtilaflarla ilgili davalarda, zarar gören kişi veya vekili davayı doğrudan doğruya ilgili mahkemelerde açar. Savcı sadece ceza mahkemelerinde sözkonusu olmaktadır. Hukuk ve idare mahkemelerinde savcı değil davacı bu işi yapmaktadır. Dava açarken belli bir miktar “harç” yatırmak gerekmektedir. Aksi halde davaya bakılmaz.

Mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimin teminatı: Anayasa’nın 138. maddesine göre hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde, yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadırlar; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.

Mahkemelerde duruşmaların aleniliği: Anayasa’nın 141. maddesine göre, mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır. Duruşmaların bir kısmının veya tamamının kapalı yapılmasına ancak genel ahlakın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hallerde karar verilebilir. Küçüklerin yargılanması hakkında kanunla özel hükümler konulur.

Mahkeme kararı: Anayasa’nın 141. maddesine göre, bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır. Yani mahkemeler mesnetsiz, delilsiz keyfi karar veremezler. Mahkemede her türlü ispat vasıtası delil olarak kullanılabilir. Delilleri değerlendirmek hakime aittir. Hakim gerekirse bilirkişiye müracaat edebilir ve keşfe karar verebilir. Hukuk davasında delili taraflar topladığı halde, ceza davasında savcı da, mahkeme de bizzat delil toplamakla meşgul olur. Varsa şahitler dinlenir. Hakim ilk celsede karar veremezse davayı başka bir güne tehir eder (erteler).

Anayasa’nın 36. maddesine göre, hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. Hiç kimse, kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir adli merci önüne çıkarılamaz (tabii hakim ilkesi). Bu hükme göre, suç işleyen kişi, suçun işlendiği yer ve zamanda mevcut olan kanunlara göre yargılanır. Suç işlendikten sonra yeni düzenlemelerle sanığın durumunu ağırlaştırıcı işlemler yapılamaz. Yapılırsa, bu o kişi hakkında değil, daha sonra suç işleyenler hakkında uygulanabilir.

Mahkemelerin vereceği gerekçeli kararlar sonucu ilgili kişi veya kişiler suçlu bulunursa, hak ettikleri ceza verilir. Bu cezalar kesinleştikten sonra, yetkili merciler tarafından infaz edilir, yerine getirilir. Kişi, para cezasına çarptırılmışsa ve ödemiyorsa icra daireleri kanalı ile zorla ödetilir. Mallarına haciz konur ve gerekirse satışa çıkarılır. Şayet bir alacak davası söz konusu ise satılan mallardan alıcının alacağı ödenir. İlgili kişi hapse mahkum olmuşsa, derhal hapishaneye gönderilir.

Mahkemelerin verdiği kararlar için temyiz yoluna gitmek mümkünse, yani Yargıtay’a müracaat etmek yetkisi varsa, temyiz yoluna müracaat için kanunda belirtilmiş süre geçmedikçe alt mahkemenin verdiği karar kesin sayılmaz. Bu süre geçince kesinleşmiş sayılır. Şayet yetkili kişi veya savcı, re’sen (kendiliğinden) temyiz yoluna gitmişse, Yargıtayın vereceği karara kadar hüküm yerine getirilmez. Yargıtay alt mahkemenin verdiği kararı bozarsa, alt mahkeme bu karara uyar ve gereğini yapar veya eski kararından dönmez. Yargıtay tekrar bozarsa bu sefer alt mahkeme Yargıtay kararına uymak zorundadır. İlgililer Yargıtay’ın verdiği karara karşı Yargıtay Genel Kurulu’na müracaat edebilirler. Yargıtay Genel Kurulu’nun vereceği karar kesindir.

Mahkeme masrafları ve avukat ücreti davayı kaybeden tarafa yüklenir.

İslam Hukukunda mahkeme: İslam Adliye Teşkilatında, ilk zamanlarda (Peygamber efendimiz ve dört halife zamanı) mahkemeler tek hakim usulü ile çalışıyorlardı. Bu kurala rağmen tatbikatta bazı mahkemelerin toplu hakim sistemine göre çalıştığı görülmüştür.

İslam Hukukunda, tek hakim sistemi esas olduğundan, hakimlerin mesuliyetleri de ağırdı. İşler uzamıyordu. Hakimler hukuk otoritelerine sadece istişari mahiyette olmak üzere bazı hususları soruyorlardı. Müftilerden fetva alıyorlardı. Hatta bazan, hukuk otoritelerini duruşma esnasında yanlarında bulunduruyorlardı.

İslam Adliye Teşkilatında mahkemeler tek dereceli olarak çalışmışlardır. Bu yüzden alt mahkemenin verdiği karar kesindi. Ayrıca prensip olarak temyiz yolu kapalıydı. Fakat sadece şekil bakımından tetkik için bazı davalarda temyiz yolu vardı.

Resulullah efendimiz, ilk zamanlarda kaza (yargı) fonksiyonunu bizzat kendisi yürütüyordu. İslam Devletinin sınırları genişleyince sahabilerden bazılarını kadı (hakim) tayin etti. Kendisi sadece temyiz yetkisini kullanmakla iktifa etti. Üst mahkeme, alt mahkemenin verdiği kararını incelerken, sadece muhakeme usulü kaidelerine uyulup uyulmadığını tetkik eder. Hiçbir zaman bakılan bir davaya yeni baştan bakmaz, ancak muhakeme usulüne tam uyulmadan verilmiş olan kararları yeniden incelerdi.

Resulullah efendimiz zamanında adli duruşmaların yapıldığı muayyen bir bina, bir ev yoktu. Camide, pazarda, evde tarafları kabul eder ve hemen bulunduğu yerde davayı hallederdi. Fakat daha sonraki asırlarda adliye binaları yapılara kaza fonksiyonu, bu hususi binalarda icra edilmiştir.

Peygamber efendimiz ve dört halife zamanında davalara bakmak üzere hususi bir gün ve saat tayin edilmiyordu. Mahkemeler haftanın her gününde ve her saatında çalışıyorlardı. Fakat Emeviler devrinde davalara bakmak üzere belirli günler ve saatler tayin edilmiştir.

Peygamber efendimiz zamanında, taşra vilayetlerine ve eyaletlerine tayin edilen kadılar için, vazife itibariyle selahiyetin sınırlandırılması söz konusu değildi. Tayin edilen kadılar, bölgelerindeki her türlü (yani cezai hukuki ve idari) davalara bakabiliyorlardı. Aynı hakim hem ceza, hem hukuk işlerini görebiliyordu. Fakat, yer itibariyle yetkileri sınırlıydı. Yani her kadı ancak kendi bölgelerindeki adli işleri görebiliyorlardı. Tayin edildikleri bölge veya şehirden başka bir yerin adli (yargı) işlerini yürütmeye yetkili değillerdi. Hazret-i Ömer zamanında, vazife yönünden bir taksim yapıldı. Hangi çeşit işleri hangi kadıların görebileceği belirlendi. Bu taksimatın yapılmasında davanın niteliği ve maddi kıymeti esas alınıyordu. Emeviler zamanında bu taksimat daha da belirli hale geldi.

İslam ülkesinde yaşayan gayri müslimler ile Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda, yetkili mahkeme, İslam mahkemeleridir. Ayrıca gayri müslim kendi rızası ile davasını gayri müslim bir mahkemeye değil de İslam mahkemesine getirirse, bu davada da İslam mahkemesi yetkiliydi.

İslam tarihinde kaza fonksiyonu, kadılar tarafından yönetilen mahkemelerde ifa edildiği halde, bazı İslam devletlerinde muhtelif zaman ve mekanlarda adli mahkemelerden başka kuruluşlar da kaza fonksiyonunu ifa etmişlerdir. Bu müesseseler arasında Mezalim Mahkemeleri, Hisbe Teşkilatı, Şurta Teşkilatı ve Kadıasker (kazasker) teşkilatı yer almaktaydı.

Mezalim mahkemeleri: Hakimlerin (kadıların) yürüttükleri adli kazanın dışında bir de devletin hükümet edenleri (halife, vezir, emir, vali vs.) tarafından yürütülen mezalim kazası vardı.

Hisbe Teşkilatı: İslam cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek suretiyle sosyal huzur sağlayan dini bir teşkilat olarak ortaya çıkmıştır. İlk zamanlarda bu teşkilat, “Çarşı Zabıtası” görevini ifa ediyordu. Bu ihtilafları çözen teşkilatın başında bulunan kimselere“Muhtesib” denirdi. Fakat, Hisbe Teşkilatı bu vazifesini ifa ederken, bir kadı gibi ticari ihtilaflarda ihtilafı çözdüğü olmuştur. Mesela ölçü ve tartı ile ilgili davalara, alış-verişle ilgili davalara, alacak-borç ile ilgili davalara, işçi ve işverenle ilgili davalara muhtesibler bakıyorlardı. Kadılar, kaza fonksiyonunu ifa ederken muhakeme usulü için tesbit edilmiş kaidelere tabi iken, muhtesibler, kadılardan değişik bir usul uygularlardı. Muhtesibler, dava açılmadan tarafları muhakeme etme yetkisine sahipti. Muhtesibler, davanın ispatı için taraflardan delil getirmelerini istemezler. Şayet ihtilafın beyyine, delil ile ispat edilmesi gerekiyorsa, böyle davaları kadıya havale ederlerdi.

İslam Adliye Teşkilatında şurta (polis): Özellikle ceza davalarında etkili oluyorlardı. Halbuki muhtesibler ise hukuki sahada kaza (yargı) fonksiyonunu yerine getiriyorlardı. Şurta, polisin ve jandarmanın yaptığı görevi yapıyordu. Ayrıca cezaların infazını da bunlar yapıyordu.

Askeri kaza (kadıasker): İslam devletlerinde, orduya mensup şahısları ilgilendiren ceza ve bazı hukuk davalarında yetkili yargı mercii askeri mahkemelerdi. Askeri mahkemelerde ordu mensuplarının görevlerinden doğan ceza ve hukuk davaları görülürdü.

İslam Adliye Teşkilatında muhakeme usulü: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), muhakeme esnasında tatbik ettiği kaideleri Eshabına gösteriyordu. Böylece hakimlerin muhakeme sırasında uyacakları esasları belirtiyordu. Resulullah efendimizin tatbik ettiği mahkeme usulüne göre, mahkemede davayı ispat etmek görevi, davacıya düşmektedir. Davalının da savunma hakkı vardır. Hazret-i Ömer muhakeme usulü konusunda kazai talimatname hazırlamıştı.

Hakkı ihlal edilen bir kişi, bir dilekçe ile mahkemeye müracaat eder. Mahkeme dava dilekçesini şekil yönünden inceler, şekil bakımından eksik olan dilekçe düzeltilmek üzere tekrar davacıya iade edilir. Hukuk davalarında, hakkı ihlal edilen kişi dava açmaya zorlanamaz. Mahkeme re’sen (kendiliğinden) faaliyete geçemez. Ceza davalarında ise, hakkı ihlal edilen kişi dava açabileceği gibi bir ihbar üzerine hakimler de amme davası açabilirler.

Açılmış bir dava, davacının feragatı ile sona erebilir. Bu durum daha ziyade hukuk davalarında geçerlidir. Davacı, karşı tarafı affederse dava yine düşer. Fakat ceza davalarında bu kaide her zaman geçerli değildir. Zira, bazı davalarda kişiler haklarından vazgeçip karşı tarafı affetseler bile, hakim amme menfaati düşüncesiyle affı nazara almayabilir.

İslam Hukukunda umumi af yoktur. Mesela, kısas davalarında affı ancak mağdurun kendisi veya varisleri yapabilir. Devlet bu hususta yetkili değildir. Taraflar aralarında sulh yaparak da davayı sona erdirebilirler. Fakat sulh yolu esas itibariyle hukuk davalarında geçerlidir. Ceza davalarında sulh yolu istisnadır.

İslam Hukukunda ispat yükü davacıya düşer. Hukuk davalarında bu kaide kesindir. Fakat ceza davalarında bazan ispat yükü hakime aittir. Prensip olarak herşey delil olabilir. Bu meyanda, şehadet, yemin, ikrar, yeminden kaçma, yazılı vesikalar, emare ve karineler vs. sayılabilir. Bu delillerin en üstünü şehadettir (şahitliktir). Hakim, ceza ve hukuk davalarında bilirkişinin rey ve mütalaalarını delil olarak kullanabilir. Keza, keşif yapılarak da delil toplanabilir.

İslam Hukukunda muhakeme sırasında taraflara eşit muamele yapmak fikrine hassasiyetle uyulmuştur. Karşı taraf gayri müslim bile olsa, taraflara eşit muamele yapılmıştır. Tatbikatta bu hususta binlerce misal mevcuttur. İslam Hukukunda, hakimin verdiği karar, prensip itibariyle kesin kabul edilir. Fakat bazı hallerde verilen kararlar için bir üst mahkemeye (Temyiz Mahkemesi-Yargıtay) gidilebiliyordu. Keza, sonradan bazı yeni deliller ortaya çıkarsa kararın bozulması ve muhakemenin iadesi (yeniden davanın görülmesi) istenebilir.

Davayı kaybeden taraf karşı tarafa hakkını vermekten kaçınırsa, bizzat hakim verilen kararı icra eder. Mahkum ve tutuklular için, Peygamber efendimiz zamanında hususi yapılmış yerler yoktu. Muhtelif yerlere hapsediliyorlardı. İlk olarak hazret-i Ali zamanında özel olarak hapishaneler inşa edildi.

İslam Hukukunda taraflar mahkemeye gitmeden de, resmi sıfatı olmayan özel bir kişiye giderek davalarını hallettirebilirlerdi. Bu usule “Tahkim” sistemi denilir.

İslam Hukukunun tatbik edildiği Osmanlı Devletinde de, diğer İslam memleketlerinde olduğu gibi, başlıca şer’i veya örfi davaların görüldüğü yere, resmi yazılarda ve kanunnamelerde, “Mahkeme” veya “Meclis-i Şer’” denilmektedir. Bir yerde mahkemelerin kurulması, padişah beratı ile tayin olunmuş bir kadının (hakimin) veya onun niyabetini haiz bir kimsenin (asil’in bütün yetkilerine sahip bir vekilin) bulunmasına bağlıdır. Kadıların hükümlerini, ilgililer padişaha, yani divana müracaat ederek bozdurabilirler. Böylece divan bir nevi temyiz mahkemesi vazifesini de görmektedir. Genellikle davanın yeniden görülmesi padişahın verceği karar ile ya aynı kadıya havale olunur veya başka bir kadı bu işle vazifelendirilir. Yahut da bizzat divanda bu dava görülür. Çünkü divandaki üyelerden biri de şeyhulislamdır. Kadının bağlı olduğu en yüksek merci Şeyhülislamlıktır.

Genellikle, şer’i bir mahkemenin göreceği işler tayin ve tahdit edilmemiş olduğundan, aynı mahkeme şer’i hukuk sahasına giren her iş ile uğraşabiliyordu. Yani madeni, ticari ve cezai davalara aynı mahkeme bakabiliyordu. Ayrıca, mahkemeler bugünkü noterlerin yaptıkları birçok işleri de yapıyorlardı. Mesela vasiyetnamelerin tanzimi ve ifası, vakfiyelerin tanzimi ve nezareti, her türlü senetlerin düzenlenmesi ve tescili gibi birçok işleri mahkemeler yapıyorlardı. Devlet ile vatandaşlar arasında çıkan ihtilaflar da bu mahkemelerde hallediliyordu.

İslam Hukukunun fiilen en büyük otoriteyi kazandığı Osmanlı Devletinde Şer’i Mahkemeler, hem medeni hem de cezai davalara bakıyorlardı. Her kaza merkezinde bir şeriat mahkemesi vardı. Bunların başında birer kadı bulunuyordu. Kadılar şeyhülislama bağlı idiler. Şeyhülislam kadıların kararına karşı yapılan itirazlara bakıyor ise de, kendisi yargı fonksiyonu görmüyordu.

Tanzimat Devrinde bu sistemde bazı değişiklikler yapıldı. 1840’dan itibaren Fransız örneği üzerinde Ticaret Mahkemeleri kuruldu. 1864’te Nizami Mahkemeler (Mehakim-i Nizamiye) kuruldu. Bunlar hukuk mahkemeleriydi. Bu mahkemeler, Ticaret Mahkemelerine giren davalarla Şeriat Mahkemelerine bırakılan aile, vakıf, miras, kısas ve diyet konularına ilişkin davalar dışında kalan davalara bakıyorlardı.

Türkiye Cumhuriyeti 1924’te halifelik ile birlikte Şer’i Mahkemeleri de ortadan kaldırdı ve 1926’da İsviçre Medeni ve Borçlar kanunu ile İtalyan Ceza Kanunu kabul edildi. Usul hukuku da İsviçre’nin Neuchatel (Nöşatel) kantonundan alındı.

Mahkemelerin önemi: Bir memleketin sosyal düzeninin kurulmasında mahkemelerin önemi çok büyüktür. Adalet mekanizması iyi işlemezse her türlü huzursuzluk başgösterir. Zira, “Adalet mülkün (devletin) temelidir.” Adalete dayanmayan mahkemeler ise zulüm mekanizması olurlar.

Ortaçağ Avrupası’nda katolik inançlarına uymayanları cezalandırmak üzere katolik kilisesi tarafından, işkence ve zulmü ile tanınan Engizisyon Mahkemelerinde yüzyıllar boyunca, masum insanlara suçlu ilan edilip çeşitli işkencelerle öldürülmüşlerdir. İslam hukukunda işkence kesinlikle yasaktır.

Engizisyon Mahkemeleri ilk olarak 1184 senesinde İtalya’da Verona şehrinde papazlar meclisi tarafından kurulmuştur. O tarihte mahkeme, sadece Hıristiyanlık kaidelerine karşı gelenleri cezalandırmakla vazifelendirilmişti, yetkileri pek azdı. Hakimleri (engizitörler) kuruldukları şehrin din adamları arasından seçilirdi. Piskopaslarca yapılan teftişte Engizisyon Mahkemelerince cezalandırılacak kimseler tesbit ediliyordu. Bunlara mülhid denirdi. Mülhid olduğuna hükmedilenlerin malı, mülkü zaptedilmekte ve cezalandırılmak üzere devlet memurlarına teslim olunmakta idi. En hafif ceza müebbed hapisti. Bundan başka idam cezası ve diri diri yakılma cezaları verilmekteydi. Mülhidleri herkes ihbar etmeye mecbur tutulmuştu. İhbar etmeyenler hakkında dava açılıyor ve bu kimseler her türlü işkenceye tabi tutuluyordu. Cehaletin ve yanlış itikadın bir neticesi olan Engizisyon Mahkemeleri, Fransa, Almanya ve İsviçre’de de kuruldu. İngiltere, Hollanda ve İsveç haricinde bütün Avrupa’ya yayıldı. En büyük zulüm İspanya’da Endülüs Müslümanlarına karşı yapıldı. Aragon ve Kastel krallıkları Engizisyon işkencecilerini himaye ettiler. İspanya’da tek bir mahkemenin 28 bin kişiyi ölüme mahkum ettiği söylenirse bu mahkemelerin dehşeti hakkında bir fikir vermeye kafi gelir.

Yüzbinlerce masum insanı suçsuz yere ve keyfi bir şekilde katleden Engizisyon Mahkemeleri, 19. yüzyılın başlarına kadar faaliyetlerini devam ettirdiler. 1808 senesinde Napoléon Bonapart bu mahkemeleri ortadan kaldırdı. 1930 senelerinde Rusya’da Stalin, halk mahkemeleri isminde kurduğu zulüm mahkemeleri ile 15 milyondan fazla masum insanı öldürttü; Çin’de de Mao son zamanlarında kültür ihtilali bahanesiyle yine bu mahiyetteki mahkemelerde 10 milyona yakın insanı katletti.

Bunların yanında, “İslam Mahkemeleri” tarih içinde adaleti ile şöhret bulmuşlardır.

Ceza fikri, insan kafasından doğmuş bir mefhum olmayıp ilahi bir mahiyeti haizdir. Bu sebeple Âdem aleyhisselamdan beri her ümmette, her kavimde, her dinde icra edilegelmiştir. Bu kadar önemli bir işi icra edecek olan mahkemelerin çok iyi bir şekilde, adalet üzere faaliyet göstermeleri lazım olduğu gibi adaletin çabuk tecelli etmesi gerekir. Zira, muhakemenin çabuk yapılmasında muhtelif faydalar vardır. Bu sayede, eğer bir kimse suçsuz ise, suçsuzluğu anlaşılarak bir an önce sıkıntıdan kurtulur. Suçlu ise, bir an önce cezalandırılır. Cezasını çekmeye başlar ve toplum tatmin olur.


2-)MAHKEME



Haksızlıkların önüne geçilmesi, İslam toplum düzenini bozacak türdeki davranışların ve zulmün yok edilmesi görevini yerine getiren, bütün hukuk ve ceza davalarını çözüme kavuşturan müessese. Arapça "hüküm" kelimesinden türemiş olup, lügatta "hüküm verilen yer" anlamında kullanılmaktadır.

İslam'da mahkemelerin ortaya çıkışı, Medine'ye hicret ile başlamaktadır. Mekke döneminde müslümanlar, siyasi bir otoriteye sahip olmadıklarından, bu dönemde bir yargı kurumundan söz etmek mümkün değildir. Adli düzenin kurulabilmesi için kaçınılmaz olan maddi iktidar, Medine'ye hicretten sonra bir İslam devletinin kurulmasıyla elde edilmişti. Medine'de devlet başkanı, aynı zamanda kaza organının da başı olan Resulullah ilk zamanlar, kaza fonksiyonunu bizzat yerine getiriyor; her türlü ihtilaf ve davalar onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Resulullah (s.a.s), toplum düzeninin sağlanması ve haksızlıkların giderilmesi için, hükümler verirken aynı zamanda, yargılama usulü hakkındaki temel prensipleri de ortaya koyuyordu.

İslam devletinin toprakları genişleyince Resulullah (s.a.s), sahabilerden bir kısmını kadı tayin ederek ihtiyaç olan bölgelere gönderdi. Medine'de de kazai ve adli işlerin artmasıyla birlikte Resulullah (s.a.s), hakimlik yetkilerinden bir kısmını başkalarına devretmek zorunda kaldı. Kendisi sadece temyiz makamı olarak yetki kullanmakla yetindi.

İslam hukukunda mahkemeler, tek hakim sistemi ile çalıştıklarından dolayı hakimlerin görevleri oldukça ağırdır. Bunun için, kadılar davaları çözüme kavuştururken müfti ve alimlerden istifade ederlerdi. Ancak bilgi ve görüşüne başvurulan kimselerin önerdikleri çözümün bir bağlayıcılığı yoktu.

İslam'da mahkemeler, tek dereceli olarak faaliyet gösterdiklerinden, verdikleri kararlar kesindir ve bir üst mahkemece bozulması veya yeniden görüşülmesi söz konusu değildir. Temyiz makamı alt mahkemenin verdiği kararları sadece şekil yönünden tetkik edebilir. Davanın görülmesinde usul yönünden bir eksiklik mevcut değilse, kararı aynen onaylamak durumundadır. Resulullah (s.a.s), verilen kararları sadece bu açıdan incelediği gibi, Raşid Halifeler de aynı şekilde hareket etmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a), hilafetleri sırasında her hac mevsimi Mekke'de bir temyiz mahkemesi kurarlar ve ülkenin her tarafında kadıların verdiği kazai kararlara yapılan itirazları temyizen incelerlerdi. Hz. Ömer (r.a), ölüm kararlarını bizzat tetkik etmeden infaz ettirmiyordu.

Peygamber (s.a.s) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir mekan yoktu. O, camide, pazarda, evde, veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararları infaz ettirirdi. Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı. Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat tayin etme adeti de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde ve her saatinde gelen davalara bakardı.

Peygamber (s.a.s) zamanında vilayet kadıları için yetki açısından bir sınırlama mevcut değildi. Kadılar bölgeleri dahilinde hukuk ve ceza davalarının tamamının muhatabı idiler. Ancak, görev sahaları belirli sınırlarla tahdit edilmişti. Bir kadı yalnızca kendi yetki bölgesinde faaliyet gösterebilir ve atandıkları bölge dışında kalan bir yerdeki adli meselelerle ilgilenemezdi. Aynı zamanda bir şehre aynı tür davalara bakmak üzere birden fazla kadı görevlendirilemezdi. Bazı hukukçular, görev sahaları belirlenmek şartıyla, bunun sahih olacağı görüşünü benimsemişlerdir.

Hz. Ömer (r.a), kadılık bölgelerinde, bakacakları dava çeşitlerini belirtip birden fazla kadı tayin ederek bir taksim yapmış ve böylece kadıların yüklerini hafifletme yoluna gitmişti. Dava türlerinin ayırımı Emeviler zamanında daha belirgin hale gelmiştir.

İslam toprakları dahilinde, gayrımüslimlerle müslümanlar arasındaki ihtilafları çözmek ve davalara bakmak selahiyeti İslam mahkemelerine aittir. Gayrımüslimler, müslümanları ilgilendirmeyen meselelerini, kendi aralarında çözebilirler. Ancak kendi rızaları ile İslam mahkemelerine müracaat ettiklerinde dava İslam mahkemesinin yetki alanı içine girer ve verdiği kararlar bağlayıcı olur.

İslam mahkemelerinde yargılamalar, muayyen prensipler çerçevesinde olur. Bu kurallar adaletin gerçekleşmesi ve hakların sahiplerine verilebilmesi için Hz. Peygamber'in sünnetinde net bir şekilde gösterilmiştir.

Buna göre davacı mahkemede iddiasını delillerle ispat etmek zorundadır. Davalıya da yemin ettirilir (Tirmizi, Ahkam, 12; Müslim Akdiye, 1).

Hakimler davayı, davacının getirdiği deliller çerçevesinde neticelendirmek zorundadırlar. Hakimin dava hakkındaki şahsi bilgisi ve kanaati vereceği hükme bir mesned teşkil etmez.

Hakim, muhakeme esnasında taraflara eşit davranmak zorundadır. Rasulullah (s.a.s), tarafların hiç bir tesir altında kalmadan kendilerini savunabilmeleri ve delillerini ortaya koyabilmeleri için hakimlerin taraflara bakışında, konuşmasında ve her çeşit hal ve hareketinde eşit davranılması gerektiğini bildirmiştir. Resulullah (s.a.s), yargılama esnasında tarafları, rahat davranabilmeleri için yere oturturdu (Ebu Davud, Akdiye, 8).

Hakimin, yalnızca bir tarafın delillerini dinleyip, diğer tarafın kendini savunmasına fırsat vermeden hüküm vermesi yasaktır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şayet hakimler, insanlara, tek taraflı beyan ve iddialara dayanarak hak tevzi edecek olsalar, kan (ceza davaları) ve şahısların Malları (hukuk davaları) üzerinde, doğru ve adil olmayan hükümler verilirdi" (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, Nşr. A. Muhammed Şakir, Mısır 1958 No. 3188, 3292). Diğer bir hadiste de Hz. Ali (r.a) den yargılamanın şekli hakkında Resulullah (s.a.s)'in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "İki taraf senin karşında yer alınca, birini olduğu gibi diğer tarafı da dinlemeden aralarında hükmetme! Bu, ne şekilde hüküm vermen gerektiğini sana gösteren bir yol olacaktır" (Tirmizi, Ahkam, 5; Ebu Davud, Akdiye, 6).

Davacının iddiasının dikkate alınabilmesi için en az iki şahit getirmesi gereklidir: "Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlerden kendine güvendiğiniz bir erkek ve iki kadın yeter" (el-Bakara, 2/282). Ancak Resulullah (s.a.s), iddia sahibinin yemini ile tek şahidin şehadetine dayanarak da hüküm vermiştir (Müslim, Akdiye; Ebu Davud, Akdiye, 21; Tirmizi, Ahkam, 13). Buna göre iddia sahibi iki şahit getiremezse, yemin ile birlikte tek şahitle hüküm verilir.

Şahitlerin şehadetlerinin geçerli olabilmesi için namuslu ve adil olmaları şart koşulmuştur: İçinizden adalet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şahit tutun" (et-Talak, 65/2).

Davalarda şahitlikte bulunanların durumları, mahkemece tahkik edilip güvenilirlik ve adillikleri komşularından soruşturularak, tesbit edilir. İstilahta buna tezkiye denmektedir (bk. Tezkiye mad.). İlk zamanlarda hakimler bu soruşturmayı açıktan açığa yapmakta idiler. Ancak kadı Şureyh, bu soruşturmayı gizlice yaptıran ilk kimse olmuştur. Ayrıca şahitlerin birbirinin verdiği ifadelerden etkilenip şehadette bulunacakları şey hakkında birbirlerinin ağzından bir şey almamaları için de ilk defa şahitlerden ayrı ayrı ifade alma usulu Hz. Ali (r.a) tarafından getirilmiştir.

Kadı, mahkemede, görülecek davanın usul yönünden bütün unsurlarını bir araya getirdikten sonra davayı şu kaynaklar çerçevesinde hükme bağlar: a) Kur'an b) Sünnet c) Bu ikisinde de bir hüküm bulamazsa ictihad eder (Ebu Davud, Akdiye, 11). Buna sonraki devirlerde icma ve kıyas eklenmiştir.

eş-Şa'bi, Hz. Ömer'in hilafeti zamanında kadılık yapan Şureyh'den, kendisine Hz. Ömer (r.a)'ın şöyle talimat verdiğini nakletmektedir: "Allah'ın Kitabı'nda bulduğun şey ile hükmet! Allah'ın Kitabı'nın tamamında bir şey bulamazsan bu halde Allah'ın Resulünün kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet Resulullah'ın kararlarının tamamında bir şey bulamazsan, müminlerin imamlarının kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet onlarda da bir şey bulamazsan, kendi reyinle doğruyu bulmak için ictihad et ve zühd ve ilim ehline danış" (İbn Kayyım el-Cevzi, İ'lamul-Muvekkı'in, Mısır, t.y., I, 97).

Hukuk davalarında, hakkı ihlal edilen kimse şikayette bulunmadıkça, olay başkaları tarafından bildirilse bile mahkeme harekete geçmez ve hakkı çiğnenen kimse dava açmaya zorlanmaz. Ceza davalarında ise durum farklıdır. Hakkı ihlal edilen kimse dava açmasa bile, olaydan haberdar edilmesi durumunda mahkeme, hemen olaya el koyarak amme davası açar.

Had gerektiren olayların dışında kalan davalar, hak sahibinin affetmesi ve davadan dönmesi halinde düşer. Bir takım suçlar, şahısları ilgilendirse bile, esas olarak İslam toplum düzenine karşı işlenmiş olduklarından, bu suçların cezaları her halükarda infaz edilir. Zina, hırsızlık, içki vs. suçlar bu kabildendir.

İslam hukukunda genel anlamda bir af söz konusu olmadığı gibi, devlet de hakkı ihlal edilen kimseye rağmen suçlan affetme salahiyetine sahip değildir.

Verilen kararların infaz edilmesi, mahkemelerin en önemli görevlerinden birisidir. Davayı kaybeden tarafın karşı tarafa hakkını vermekten kaçınması durumunda, hakim, kararı bizzat icra ederek hakkı hak sahibine verir.

Taraflar davayı mahkemeye götürmeden, resmi sıfatı ve kazai salahiyeti olmayan bir kimseye giderek davalarını çözümlettirebilirler. İslam hukuk ıstılahında bu yönteme "tahkim" (hakem tayin etme) denilmektedir.

Peygamber (s.a.s), harp esirlerini, katilleri, cinayet zanlılarını ve borçlarını ödemeyenleri hapsediyordu. Ancak, hapishane olarak kullanılmak üzere özel bir yapı yoktu. Hapsedilmesi gereken suçlular, muhtelif yerlerde hapsediliyorlardı. İlk defa, hapishane olarak kullanılmak üzere hususi bir bina yaptıran Hz. Ali (r.a) olmuştur. İslam hukukunda hapis cezası olmadığı için, bugünkü anlamda bir hapishanenin varlığı hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. İslam'da hapishaneler, hakların sahiplerine verilmesine ve suçluların yargılanıp cezaların infaz edilmesine kadar, tutukluların kaçmalarını önlemek için kullanılmaktadır.

Ömer TELLİOĞLU


3-)

Islam'da mahkemelerin ortaya çıkışı, Medine'ye hicret ile başlamaktadır. Mekke döneminde müslümanlar, siyasi bir otoriteye sahip olmadıklarından, bu dönemde bir yargı kurumundan söz etmek mümkün değildir. Adli düzenin kurulabilmesi için kaçınılmaz olan maddi iktidar, Medine'ye hicretten sonra bir Islam devletinin kurulmasıyla elde edilmişti. Medine'de devlet başkanı, aynı zamanda kaza organının da başı olan Resulullah ilk zamanlar, kaza fonksiyonunu bizzat yerine getiriyor; her türlü ihtilaf ve davalar onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Resulullah (s.a.s), toplum düzeninin sağlanması ve haksızlıkların giderilmesi için, hükümler verirken aynı zamanda, yargılama usulü hakkındaki temel prensipleri de ortaya koyuyordu.

Islam devletinin toprakları genişleyince Resulullah (s.a.s), sahabilerden bir kısmını kadı tayın ederek ihtiyaç olan bölgelere gönderdi. Medine'de de kazai ve adli işlerin artmasıyla birlikte Resulullah (s.a.s), hakimlik yetkilerinden bir kısmını başkalarına devretmek zorunda kaldı. Kendisi sadece temyiz makamı olarak yetki kullanmakla yetindi.

Islam hukukunda mahkemeler, tek hakim sistemi ile çalıştıklarından dolayı hakimlerin görevleri oldukça ağırdır. Bunun için, kadılar davaları çözüme kavuştururken müfti ve alimlerden istifade ederlerdi. Ancak bilgi ve görüşüne başvurulan kimselerin önerdikleri çözümün bir bağlayıcılığı yoktu.

Islam'da mahkemeler, tek dereceli olarak faaliyet gösterdiklerinden, verdikleri kararlar kesindir ve bir üst mahkemece bozulması veya yeniden görüşülmesi söz konusu değildir. Temyiz makamı alt mahkemenin verdiği kararları sadece şekil yönünden tetkik edebilir. Davanın görülmesinde usul yönünden bir eksiklik mevcut değilse, kararı aynen onaylamak durumundadır. Resulullah (s.a.s), verilen kararları sadece bu açıdan incelediği gibi, Raşid Halifeler de aynı şekilde hareket etmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a), hilafetleri sırasında her hac mevsimi Mekke'de bir temyiz mahkemesi kurarlar ve ülkenin her tarafında kadıların verdiği kazai kararlara yapılan itirazları temyizen incelerlerdi. Hz. Ömer (r.a), ölüm kararlarını bizzat tetkik etmeden infaz ettirmiyordu.

Peygamber (s.a.s) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir mekan yoktu. O, camide, pazarda, evde, veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararları infaz ettirirdi. Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı. Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat tayın etme adeti de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde ve her saatinde gelen davalara bakardı.

Peygamber (s.a.s) zamanında vilayet kadıları için yetki açısından bir sınırlama mevcut değildi. Kadılar bölgeleri dahilinde hukuk ve ceza davalarının tamamının muhatabı idiler. Ancak, görev sahaları belirli sınırlarla tahdit edilmişti. Bir kadı yalnızca kendi yetki bölgesinde faaliyet gösterebilir ve atandıkları bölge dışında kalan bir yerdeki adli meselelerle ilgilenemezdi. Aynı zamanda bir şehre aynı tür davalara bakmak üzere birden fazla kadı görevlendirilemezdi. Bazı hukukçular, görev sahaları belirlenmek şartıyla, bunun sahih olacağı görüşünü benimsemişlerdir.

Hz. Ömer (r.a), kadılık bölgelerinde, bakacakları dava çeşitlerini belirtip birden fazla kadı tayın ederek bir taksim yapmış ve böylece kadıların yüklerini hafifletme yoluna gitmişti. Dava türlerinin ayırımı Emeviler zamanında daha belirgin hale gelmiştir.

Islam toprakları dahilinde, gayrımüslimlerle müslümanlar arasındaki ihtilafları çözmek ve davalara bakmak selahiyeti Islam mahkemelerine aittir. Gayrımüslimler, müslümanları ilgilendirmeyen meselelerini, kendi aralarında çözebilirler. Ancak kendi rızaları ile Islam mahkemelerine müracaat ettiklerinde dava Islam mahkemeşinin yetki alanı içine girer ve verdiği kararlar bağlayıcı olur.

Islam mahkemelerinde yargılamalar, muayyen prensipler çerçevesinde olur. Bu kurallar adaletin gerçekleşmesi ve hakların sahiplerine verilebilmesi için Hz. Peygamber'in sünnetinde net bir şekilde gösterilmiştir.

Buna göre davacı mahkemede iddiasını delillerle ispat etmek zorundadır. Davalıya da yemin ettirilir (Tirmizi, Ahkam, 12; Müslim Akdiye, 1).

Hakimler davayı, davacının getirdiği deliller çerçevesinde neticelendirmek zorundadırlar. Hakimin dava hakkındaki şahsi bilgisi ve kanaati vereceği hükme bir mesned teşkil etmez.

Hakim, muhakeme esnasında taraflara eşit davranmak zorundadır. Rasulullah (s.a.s), tarafların hiç bir tesir altında kalmadan kendilerini savunabilmeleri ve delillerini ortaya koyabilmeleri için hakimlerin taraflara bakışında, konuşmasında ve her çeşit hal ve hareketinde eşit davranılması gerektiğini bildirmiştir. Resulullah (s.a.s), yargılama esnasında tarafları, rahat davranabilmeleri için yere oturturdu (Ebu Davud, Akdiye, 8).

Hakimin, yalnızca bir tarafın delillerini dinleyip, diğer tarafın kendini savunmasına fırsat vermeden hüküm vermesi yasaktır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şayet hakimler, insanlara, tek taraflı beyan ve iddialara dayanarak hak tevzi edecek olsalar, kan (ceza davaları) ve şahısların Malları (hukuk davaları) üzerinde, doğru ve adıl olmayan hükümler verilirdi" (Ahmed Ibn Hanbel, Müsned, Nşr. A. Muhammed Şakir, Mısır 1958 No. 3188, 3292). Diğer bir hadiste de Hz. Ali (r.a) den yargılamanın şekli hakkında Resulullah (s.a.s)'in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Iki taraf senin karşında yer alınca, birini olduğu gibi diğer tarafı da dinlemeden aralarında hükmetme! Bu, ne şekilde hüküm vermen gerektiğini sana gösteren bir yol olacaktır" (Tirmizi, Ahkam, 5; Ebu Davud, Akdiye, 6).

Davacının iddiasının dikkate alınabilmesi için en az iki şahit getirmesi gereklidır: "Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlerden kendine güvendığınız bir erkek ve iki kadın yeter" (el-Bakara, 2/282). Ancak Resulullah (s.a.s), iddia sahibinin yemini ile tek şahidin şehadetine dayanarak da hüküm vermiştir (Müslim, Akdiye; Ebu Davud, Akdiye, 21; Tirmizi, Ahkam, 13). Buna göre iddia sahibi iki şahit getiremezse, yemin ile birlikte tek şahitle hüküm verilir.

Şahitlerin şehadetlerinin geçerli olabilmesi için namuslu ve adıl olmaları şart koşulmuştur: Içinizden adalet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şahit tutun" (et-Talak, 65/2).

Davalarda şahitlikte bulunanların durumları, mahkemece tahkik edilip güvenilirlik ve adıllikleri komşularından soruşturularak, tesbit edilir. Istilahta buna tezkiye denmektedir (bk. Tezkiye mad.). Ilk zamanlarda hakimler bu soruşturmayı açıktan açığa yapmakta idiler. Ancak kadı Şureyh, bu soruşturmayı gizlice yaptıran ilk kimse olmuştur. Ayrıca şahitlerin birbirinin verdiği ifadelerden etkilenip şehadette bulunacakları şey hakkında birbirlerinin ağzından bir şey almamaları için de ilk defa şahitlerden ayrı ayrı ifade alma usulu Hz. Ali (r.a) tarafından getirilmiştir.

Kadı, mahkemede, görülecek davanın usul yönünden bütün unsurlarını bir araya getirdikten sonra davayı şu kaynaklar çerçevesinde hükme bağlar: a) Kur'an b) Sünnet c) Bu ikisinde de bir hüküm bulamazsa ictihad eder (Ebu Davud, Akdiye, 11). Buna sonraki devirlerde icma ve kıyas eklenmiştir.

eş-Şa'bi, Hz. Ömer'in hilafeti zamanında kadılık yapan Şureyh'den, kendisine Hz. Ömer (r.a)'ın şöyle talımat verdiği nakletmektedir: "Allah'ın Kitabı'nda bulduğun şey ile hükmet! Allah'ın Kitabı'nın tamamında bir şey bulamazsan bu halde Allah'ın Resulünün kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet Resulullah'ın kararlarının tamamında bir şey bulamazsan, müminlerin imamlarının kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet onlarda da bir şey bulamazsan, kendi reyinle doğruyu bulmak için ictihad et ve zühd ve ilim ehline danış" (Ibn Kayyım el-Cevzi, I'lamul-Muvekkı'in, Mısır, t.y., I, 97).

Hukuk davalarında, hakkıihlal edilen kimse şikayette bulunmadıkça, olay başkaları tarafından bildirilse bile mahkeme harekete geçmez ve hakkıçiğnenen kimse dava açmaya zorlanmaz. Ceza davalarında ise durum farklıdır. Hakkıihlal edilen kimse dava açmasa bile, olaydan haberdar edilmesi durumunda mahkeme, hemen olaya el koyarak amme davası açar.

Had gerektiren olayların dışında kalan davalar, hak sahibinin affetmesi ve davadan dönmesi halinde düşer. Bir takım suçlar, şahısları ilgilendirse bile, esas olarak Islam toplum düzenine karşı işlenmiş olduklarından, bu suçların cezaları her halükarda infaz edilir. Zina, hırsızlık, içki vs. suçlar bu kabıldendir.

Islam hukukunda genel anlamda bir af söz konusu olmadığı gibi, devlet de hakkıihlal edilen kimseye rağmen suçlan affetme salahiyetine sahip değildir.

Verilen kararların infaz edilmesi, mahkemelerin en önemli görevlerinden birisidir. Davayı kaybeden tarafın karşı tarafa hakkını vermekten kaçınması durumunda, hakim, kararı bizzat icra ederek hakkı hak sahibine verir.

Taraflar davayı mahkemeye götürmeden, resmi sıfatı ve kazai salahiyeti olmayan bir kimseye giderek davalarını çözümlettirebilirler. Islam hukuk ıstılahında bu yönteme "tahkim" (hakem tayın etme) denilmektedir.

Peygamber (s.a.s), harp esirlerini, katılleri, cinayet zanlılarını ve borçlarını ödemeyenleri hapsediyordu. Ancak, hapishane olarak kullanılmak üzere özel bir yapı yoktu. Hapsedilmesi gereken suçlular, muhtelif yerlerde hapsediliyorlardı. Ilk defa, hapishane olarak kullanılmak üzere hususi bir bina yaptıran Hz. Ali (r.a) olmuştur. Islam hukukunda hapis cezası olmadığı için, bugünkü anlamda bir hapishanenin varlığı hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Islam'da hapishaneler, hakların sahiplerine verilmesine ve suçluların yargılanıp cezaların infaz edilmesine kadar, tutukluların kaçmalarını önlemek için kullanılmaktadır.


4-)Mahkemeye bir işin düşünce, hakim karşısında davacı veya davalı ile kavga etmeye kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevab ver! Şayed şahid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızası için doğru konuş! Olur olmaz bir iş için hemen mahkemeye koşma! (İmam-ı Gazali)


5-)Bir yargıçtan veya bazen savcı ve yargıçlardan oluşan bir kurulun, yargı görevini yerine getirdikleri yer, yargı yeri, yargıevi.


6-)Duruşma.


7-)Yargılık.


8-)Bk. yargılık


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 


Dil
Anlamı
İngilizcesi İngilizce
Trial.
İngilizcesi İngilizce
Court.
İngilizcesi İngilizce
Court of justice.
İngilizcesi İngilizce
Court of law.
İngilizcesi İngilizce
Tribunal.
İngilizcesi İngilizce
Curia.
İngilizcesi İngilizce
Forum.
İngilizcesi İngilizce
Law court.
İngilizcesi İngilizce
Justice.
İngilizcesi İngilizce
Hearing.
İngilizcesi İngilizce
Forensic.
İngilizcesi İngilizce
Bank.
İngilizcesi İngilizce
Legal tribunal.
İngilizcesi İngilizce
Chamber.
İngilizcesi İngilizce
Civic center.
İngilizcesi İngilizce
Judicator tribunal.
İngilizcesi İngilizce
Judicial court.
İngilizcesi İngilizce
Judiciary.

  • Mahkeme çıkışında gazetecilere açıklama yapan Kostas Vaksevanis, listeyi yayımlamasını kendisi için bir görev addettiğini söyledi.
  • Arafat'ın mezarı 24 Kasım'da açılacak Eski Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat'ın Ramallah'ta bulunan mezarının, Fransa'da görülen davada Mahkeme savcısının talebi üzerine 24 Kasım'da açılacağı bildirildi.

Sizde içinde Mahkeme kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Mahkeme kelimesi anlamı 179 defa okunmuştur. [238920] Mahkeme kelime anlamı, Mahkeme nedir, Mahkeme ne demek, Mahkeme sözlük anlamı

Paylaş