Milliyetçilik Nedir

Milliyetçilik Nedir ? Milliyetçilik Ne demek ?

1-)MİLLİYETÇİLİK



Ulusçuluk, kavmiyetçilik, asabiyet, suubiye, nasyonalizm.

Ulusal değerleri evrensel değerlerin üstünde tutan, ulusa bağlılığın evrensel değerlere bağlılıktan, ulusal çıkarların bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu öne süren anlayış ve yaklaşımların genel adı. Kendi ulusunu sevip onu yüceltmeyi amaçlamaktan, kendi ırkını diger tüm ırklara üstün görerek onları egemenliği altına alma isteğine kadar uzanan çesitli biçimlerinden söz edilebilir. Bu nedenle, belli bir siyasal program ya da doktrinden çok, böylesi program ve doktrinleri esas kabul eden tüm siyasal anlayışları dile getirir.

Ülkemizde, hemen her alanda yaşanan kavram kargaşası, kendini "milleyetçilik" kavramında da belli etmektedir. Bu nedenle öncelikle kavramla adı arasındaki tutarsızlık ve çeliskiyi belirlemek gerekir. Millet kelimesi, Kur'anı anlamlandırmayla din" ve "şeriat" kelimeleriyle aynı anlamı dile getirir. Kelime ancak mecazi olarak belli bir toplumu dile getirmek üzere kullanılabilir. Ama bu durumda da, doğal olarak bir kabileyi, ırk ya da ulusu değil, gerçek anlamının belirlediği din ve şeriata inanan, bağlanan insanların tümünü belirtir: Buna göre kelimenin türevi olan milliyet, insanların kendisine bağlandığı din ve şeriati ifade eder. Milliyetçilik ise, aynı din ve şeriata bağlılığın adıdır. Oysa günümüzdeki yaygın kullanımında kelimeye, asli anlamı görmezden gelinerek, "ulus" anlamı yüklenmekte ve büyük bir karışıklığa neden olunmaktadır. Çünkü "ulus" belli bir inancı, din ve şeriati değil; bir soydan gelen insanları belirtir. Bu nedenle, bir ulusa bağlığı temel alan anlayış ve yaklaşımlar milliyetçilik kelimesiyle değil, anlamına uygun biçimde ulusçuluk ya da kavmiyetçilik kelimeleriyle isimlendirilebilir.

İslam öncesi Arap toplumunda kan bağının ve yakınlığının temel alındığı merkezden çevreye doğru genişleyen güçlü bir ulusçuluk egemendi. Asabiyet olarak adlandırılan ulusçu yaklaşımlar, toplumu, merkez kabul edilen aileden ulusa doğru genişleyen çeşitli kategorilere ayırıyordu. Asabiyetin en şiddetli biçimi, Fasile denilen aile bireyleri arasında görülüyordu. Akraba ailelerin birliği, Fahz adını alan ikinci kategoriyi oluşturuyordu. Yine belirleyici ilke kan bağı olmak üzere Fahzlar Batn'ları, Batn'lar Amere'leri, Amere'ler Kabile'leri ve Kabile'ler de Şa'b'ları meydana getiriyor ve böylece ulus bütünlüğüne (Şuub) ulaşılıyordu. Bu bölümlemeye uygun olarak bağlılık duygusu en yakından uzağa, ulusa doğru genişliyordu. Çağdaş anlamda siyasal bir anlayışı temellendirmese de asabiyet duygusu tüm bireysel ve toplumsal ilişkilerde belirleyici bir rol oynuyordu. Bir aileye, bir kabileye ya da şa'ba bağlılık her şeyin önüne geçiyor, tüm değerlerin üstünde tutuluyordu.

İslam kan bağının, akrabalığın, ilişkilerinin önemini inkar etmedi. Bunları kabul ederek bağların güçlendirilmesini, ilişkilerin geliştirilmesini öngördü. Bu nedenle Kur'an'da mü'minler akrabalık bağlarının kesilmesi konusunda sakındırılır: ".. Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kırmak)tan sakının" (en-Nisa, 4/1). Mü'minler, münafıklar örneğiyle böyle bir davranış ihtimaline karşı şiddetle uyarılır: "Demek iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? Onlar Allah'ın lanetleyip sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir" (Muhammed 47/22-23). Kur'an'a göre mü'minler kardeştirler (el-Hucurat, 49/10) ama; akrabalar birbirine daha da yakındır: "Rahim sahipleri (kan akrabaları) Allah'ın kitabına göre birbirine daha yakındırlar" (el-Enfal, 8/75). "Rahim sahipleri (anne tarafından akrabalar) da Allah'ın kitabında birbirlerine öteki mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar" (el-Ahzab, 33/6). Bu nedenle birbirlerinin mirası hakkında öncelikle hak sahibidirler. Ancak bunun dışında da akrabaların gözetilmesi, onlara yardım edilmesi gerekir: "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder" (en-Nahl, 16/90). "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere birşey vermemeye yemin etmesinler..." (en-Nur, 24/22). Akrabalık bireye daha başka görev, yetki ve sorumluluklar da yükler. Sözgelimi haksız yere öldürülen kişilerin yakınları katilin cezalandırılması konusunda yetki sahibidirler: "Kim zulmen öldürülürse, onun velisi (olan mirasçısı)na yetki vermişizdir" (el-İsra,17/33). Hz. Peygamber (s.a.s)'in uygulamaları gereğince de, hata yoluyla olan öldürmelerde, suçlunun ödemesi gereken diyet yakınlarınca ödenir.

Bununla birlikte İslam, akrabalık bağlarının, giderek ulusal bağların toplumu belirleyecek, ilişkileri düzenleyecek başlıca ilke sayılmasına izin vermez. İslam'ın öngördüğü toplum kan bağı, soy ya da çıkar birliği gibi maddi temeller üzerine kurulamaz; insanların doğal biçimde ve iradeleri dışında sahip oldukları nitelikler İslam toplumunun belirleyici ilkesi olamaz. İslam'a göre toplumun oluşmasında, bireysel ve toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde belirleyici tek ilke, insanların özgür iradeleriyle seçerek başlandıkları akidedir. İnanç bağı İslam toplumunun temelini oluşturur. Tüm bireysel ve toplumsal şart ve nitelikler ancak bu ortak inanç, ortak bağ içerisinde bir anlam kazanır. İnancın birleştirmediği insanlar arasındaki kan yakınlığı, soy birliği gibi tüm bağlar anlamını, geçerliliğini yitirir. Kur'an bu olguyu Hz. Nuh'un kıssası ile açık ve kesin biçimde gözler önüne serer. Aynı inancı paylaşmayan insanlar, aynı toplumun değil, aynı ailenin bile üyesi sayılamazlar: "Nuh seslendi; Rabb'im! dedi; oğlum benim ailemdendir, senin sözün elbette haktır ve sen hakimlerin hakimisin! (Rabb'i), 'Ey Nuh' dedi, o senin ailenden değildir. O(nun yaptığı) yaramaz iştir. Bilemediğin şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim" (Hud,11/45-46). İnanç birliği gerçekleşmedikçe, kan bağının en güçlü olduğu aile bireyleri arasındaki bağlar bile kopar, karşılıklı haklar ve yükümlülükler sona erer: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri ya da akrabaları da olsa, Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin" (el-Mücadele, 58/22). "Ey insanlar, eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zalimler onlardır" (et-Tevbe, 9/23).

İslam'a göre, uluslar büyük insanlık ailesinin bireyleri gibidir. Çünkü tüm insanlar aynı anne-babadan türemişlerdir. Farklı şartlara, niteliklere sahip toplumlar halinde ayrılmalarının amacı, tanışmaları, yardımlaşmaları, dayanışmalarıdır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için uluslara, kabilelere ayırdık" (el-Hucurat, 49/13). Bütün bu uluslar, kabileler içinden Allah'ın öngördüğü inanç çevresinde toplananlar birbirlerinin kardeşidirler ve soyları, dilleri, renkleri ne olursa olsun, tek bir ümmet, tek bir millet oluştururlar: Muhakkak mü'minler kardeştirler" (el-Hucurat, 49/10). Allah yanında herhangi bir ulusun diğerinden, herhangi bir insanın diğer bir insandan doğal ve maddi nitelikleri nedeniyle bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca bağlandığı inancın buyruklarını yerine getirme ve yasaklarından sakınma konusundaki titizlikten kaynaklanır: Allah yanında en üstün olanınız en muttaki olanınızdır" (el-Hucurat, 49/13). Mü'minler yalnız birbirlerini dost edinirler ve yalnız birbirlerinin velisidirler: "Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler işte onlar birbirlerinin velisidirler" (el-Enfal, 8/72). İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisidirler" (et-Tevbe, 9/71). Buna karşılık bir mü'min, bir kafirle velayet ilişkisi kuramaz: "Ey inananlar! Kendinizden başkasını kendinize veli edinmeyin. Onlar sizi bozmaktan geri durmazlar" (Alu İmran, 3/118). "Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp kafirleri veli edinmeyin. Allah'a aleyhinizde olacak açık bir delil vermek mi istiyorsunuz?" (en-Nisa, 4/144).

Hz. Peygamber (s.a.s)'de, söz ve davranışlarıyla hayatı boyunca ulusçu anlayış ve davranışları, cahili yönelişler olduğunu vurgulayarak mahkum etmiş; özellikle belli bir ulusa mensubiyetin üstünlük nedeni sayılmasını, insan ve toplum hayatında belirleyici ilke olarak kabul edilmesini şiddetle reddetmiştir. Veda hutbesinde bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Biliniz ki, Rabb'iniz birdir; biliniz ki, babanız da birdir. Biliniz ki, hiç bir Arabın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da Arap üzerine; aynı şekilde hiçbir siyahinin siyah olmayan, hiç bir siyah olmayanın da siyah olan üzerine üstünlüğü yoktur. Takva ile olan üstünlük müstesna, " Hz. Peygamber (s.a.s) diğer bir hadislerinde de ulusculuğun İslam dışı bir anlayış olduğunu kesin bir dille açıklar: "İnsanları bir asabiyet için toplanmaya çağıran, bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir. Bu ölüm cahiliye ölümüdür" (Müslim, İmare, 57; Nesai, Tahrinı, 28; İbn Mace, Filen, 7). Çünkü tüm bu davranışlar cahili toplumlara özgüdür, cahili inanç ve düşüncelerden kaynaklanır. Bu nedenle İslam dışıdır ve kokuşmuştur: "Onu (ulusçu düşünce ve davranışları) bırakınız, çünkü o kokuşmuştur. "

İslam'ın bu kesin tavrına rağmen ulusçuluk Raşid Halifeler döneminden sonra yeniden ortaya çıktı. İktidarları boyunca Emeviler, Araplar içinde Kureyşiliği, Arap olmayanlara karşı da Araplığı öne çıkaran uluscu bir politika izlediler. Arap olmayan Müslümanları genel olarak Mevali (azad edilmiş köleler) biçiminde adlandıran Emevilerin bu ulusçu politikaları hemen her alanda kendini şiddetle duyurdu. Sözgelimi yaygın biçimde Arapların diğer uluslardan üstün yaratıldığına inanılıyor, Arap olmayan Müslümanlara hizmetçi gözüyle bakıyordu. Arap olmayanların kadılık görevine getirilmesi hoş karşılanmıyor, önden geçmesi halinde yalnız eşek, köpek ve mevaliden birinin namazı keseceği kabul ediliyordu. Bir mevlaya denk sayılmadığı için kız verilmiyor, birlikte yürünürken mevalinin ancak arkadan gelmesine izin veriliyor, Araplar yemek yerken mevali ayakta bekletiliyordu. Çoğalarak Arap egemenliğine son verebilecekleri gerekmesiyle Arap olmayan Müslümanların bir bölümünün ortadan kaldırılması bile düşünülebiliyordu.

Emeviler yönetiminin ulusçu politikaları, diğer müslüman kesimlerde, özellikle İranlılarla Türkler arasında haklı bir tepkiye neden oldu. Bu tepkiler Şuubiye olarak adlandırılan ulusçu hareketleri doğurdu. Emevilerin baskıcı yönetimleri bu hareketlerin örgütlü bir etkinlik durumuna dönüşmesine izin vermediyse de, ulusçu yönelişler giderek genişleyen bir muhalefet cephesi oluşturdu. Bu nedenle Abbasilerin başlattığı propaganda çalışmalarına ilk olumlu tepki İranlılar ile Türklerden geldi. Geniş bir kitleye sahip olan bu kesimler Emevilerin iktidarına son verilerek Abbasilerin yönetimi ele geçirmelerinde önemli bir rol oynadılar. Abbasiler döneminde ulusçu politikalara önemli ölçüde son verilmesi, İranlılarla Türklere yönetim kademelerinde yer verilmesi üzerine Şuubiye hareketi siyasal niteliğinden uzaklaşarak kültürel bir nitelik kazandı. Özellikle İranlı sanatçılar, Arap kültürüne karşı eski İran kültür ve sanatını canlandırmaya yönelik eserler meydana getirdiler. Bundan böyle İslam devletleri içinde, özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde siyasal amaçlı ulusçuluk eğilimleri görülmedi. Bu durum on dokuzuncu yüzyılın sonlarına değin sürdü.

Avrupa'da on sekizinci yüzyılda ortaya çıkarak hızla gelişen, siyasal bağlılığın temelinde ulusların varlığı varsayımına dayalı ulusçuluk, Osmanlı devleti içinde de yankı uyandırdı. Önce Balkanlarda yaşayan gayri müslim ulusları etkileyen bu hareketler zamanla bir yandan Türk aydın ve politikacılarını, diğer yandan da Arapları etkisi altına aldı. Özellikle İttihad ve Terakki yönetiminin ulusçu uygulamaları ve imparatorluğu parçalamayı amaçlayan Avrupalıların çalışmaları sonunda Araplar arasında ayrıkçı ulusal hareketler güç kazandı. I. Dünya Savaşı'nın arkasından Osmanlı imparatorluğu parçalanarak yerini çok sayıda ulusal devlete bıraktı. II. Meşrutiyet'ten sonra güç kazanan Türkçü-Turancı çizgideki ulusçuluk anlayışı, Anadolu'da kurulan yeni Türk devletinin siyasal ve ideolojik temelini oluşturdu.

Cumhuriyet döneminde etkili olan ulusçuluk anlayışı Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilmişti. Ulusçuluğun en üstün ideal olduğu kabulüne dayanan bu anlayışa göre bireyin mutlak bir değeri yoktur. Birey ancak ulusunu temsil ettiği ölçüde saygınlık kazanır. Ulus yalnız bireyin değil, ailenin ve insanlığın da üstünde yer alır. İslam bağımsız manevi bir güç olarak kabul edilemez. İslami değerler yalnız Türk kültürü içinde eridikleri oranda bir önem taşırlar. Bu. nedenle din ile devlet birbirinden ayrılmalı, yasama hakkı devlete aktarılmalıdır. Dine dayalı her tür kurum ve kural ortadan kaldırılmalı, Batı uygarlığı içinde yer alabilmek için din ve uygarlık arasındaki ilişki koparılmalıdır.

Parlamentarizm döneminde ulusçuluk devletin resmi görüşünü oluşturmasına karşın, çeşitli ulusal öğeleri öne çıkaran farklı ulusçuluk anlayışları da ortaya çıktı. Türk ırkının üstünlüğü varsayımına dayanan, tüm Türklerin birleşmesini amaçlayan Irkçı-Turancı ulusçuluk anlayışının yanısıra dini değerleri, kültürü, tarihi ve coğrafyayı temel alan ulusçuluk anlayışları da savunuldu. Bütün bu anlayışlar günümüzde de siyasal, ideolojik ya da kültürel platformlarda etkinliğini belli ölçülerde sürdürmektedirler.

Ahmet ÖZALP


2-)(Natıonalısm) Ulusçuluk.
Nasyonalizm. Milletine ait olan bütün
değerlere sahip çıkma, onları korun­ma ve yüceltme, başka milletleri ve onlara
ait değerleri küçük görme esasına dayanan ideoloji. Bkz. ırkçılık, şovenizm.


3-)Milliyet realitesi çok eski zamanlardan beri kabul edilip, ehemmiyet verilmekle beraber siyasi platformda milliyetçilik şuuru, 18. yüzyıldan itibaren mühim rol oynamaya başladı. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da doğan milliyetçilik şuuru, zamanla bütün dünyada tesirini gösterdi. Amerikan İstiklal Mücadelesi ve 1789 Fransız İhtilalinin temelinde bu duygu yatmaktaydı. Milliyetçilik cereyanları ile beraber milletlerarası hukuk alanında, her milletin kendi devletine ve kendisini idare etmek hakkında (Self determination) sahip olma meselesi ortaya çıktı. Yirminci yüzyıl başlarında Avrupa’nın diğer bölgelerinde, Asya ülkelerinde, Birinci Dünya Savaşından sonra ise Afrika’da kuvvetlenen milliyetçilik hareketleri, bu yüzyılın milliyetçilik yüzyılı olarak vasıflandırılmasına yol açtı.

Önceleri dilde ve edebiyatta başlayan bu akım, zamanla ilim ve siyaset sahasında tesirini gösterdi. Milletlerin inkarı imkansız sosyolojik ve objektif gerçeklerden biri olması, her milletin kendisine mahsus hususiyetlerinin de güçlendirilmesi gerektiği düşüncelerine yol açtı. Milliyetçiliğin doğuşunda yabancı dilde eğitim ve yabancı kültürlerin millet hayatı üzerindeki menfi tesirlerinin anlaşılması da ayrıca büyük rol oynadı. Vatana, milli örf ve an’anelere sadakatle bağlılık duygusu gibi milletlerin hayatına ve fertlerine yaşayışına yön veren bu esaslar çerçevesinde dünya görüşü teşekkül ettirilmeye çalışıldı. Ancak bunda aşırılığa kaçarak ırkçı teoriler de ileri sürüldü. (Bkz. Irk-Irkçılık)

Milliyetçilik hareketleri her ülkede farklı karakter ve değişik fonksiyonlar kazanmaktadır. Her milletin kendisine mahsus hususiyetlerinin ve içinde bulunduğu şartların bunda büyük payı vardır. Sanayileşme esnasında kaybolmaya yüztutan milli hususiyetleri muhafaza etmek, milli birlik ve beraberliği sağlamak, milli devleti kurmak, yeni bir milletin doğuşunu sağlamak, emperyalist devletlere bir reaksiyon olmak gibi mahiyetler kazanabilmektedir.

Çeşitli dünya milletlerinde milliyetçilik hareketlerinin doğuş sebepleri, gelişme safhaları ve neticeleri birbirinden çok farklı olmuştur. Bunlardan Hıristiyan olan Avrupa milletleri, papazların asırlar boyu süren sonu gelmez tahrifatları sonunda akla uygun bir esas kalmamış, hurafelerle doldurulmuş ve baştan sona karışık bir merasim halini almış olan Hıristiyanlığın kendilerini birbirlerine bağlayamadığını gördüler. Bundan başka aynı Hıristiyanlık dininde, hatta bu dinin aynı bir mezhebinde bulunan Hıristiyanlar, başka başka hükümetlerin idaresinde yaşamakta idiler. Avrupa hükümetleri ve bunların başında bulunan idarecileri kırallar, kendi iktidarlarını sürdürebilmek ve maksatlarına kavuşabilmek uğruna emirleri altındaki insanları, gerek topraklarını müdafaada, gerekse komşu ülkeleri ele geçirmekte ölüme sürükleyebilmek için propagandasını yapabilecekleri bir bağ aradılar. Böylece Avrupa’da aslında ölmüş olan din birliğinin yerine milliyet his ve bağını ikame ettiler. Avrupa milletlerinden İngilizlerde John Milton’un yazıları ve Puriten ihtilaliyle güçlenen İngiliz milliyetçiliği, İngiltere’nin iktisadi gelişmesinin siyasi zaferlere dönüştürülmesinde büyük rol oynadı. Amerikan İstiklal Mücadelesinde ise, İngiliz milliyetçilik hareketinin önemli tesiri oldu. Amerika İstiklal Beyannamesi Amerikan milletinin teşekkülü yolunda atılan ilk büyük adım oldu.

Milliyetçilik fikirleri 1789 Fransız İhtilali ve Napolyon’un harpleriyle bütün dünyaya yayılmaya başladı. Fransız ordusu Valmy Harbine kral adına değil millet adına girdi.

Alman milliyetçiliği, Napolyon’un Almanya’yı istilası üzerine idealist felsefenin tesiriyle ortaya çıktı. Napolyon’u kurtarıcı gözüyle karşılayan Goethe, Alman haysiyetinin, Fransızlarca rencide edilmesi üzerine Alman milliyetçiliğinin önde gelen temsilcilerinden biri oldu. Goethe ile Fichte yazıları ve nutukları ile Alman dilinin, Alman ırkının üstünlüğü temasını işlediler. Alman milliyetçiliğinin iktisadi görüşlerini de Friedrich List ortaya koydu. Bismarck’ın Alman birliğini sağlamasından sonra, Alman milliyetçiliği giderek şovenist bir hüviyet kazandı. Alman milliyetçilik hareketi otoriter ve katı bir yorumla Fransız ihtilalinin getirdiği liberalist, eşitlikçi düşünceleri “kozmopolitlik” olarak vasıflandırıp, karşı çıktı.

İtalyan milliyetçiliği eski Roma nizamını yeniden tesis etmek isteyen bir duygu atmosferi içinde birliği kurmak maksadına yöneldi. Ancak faşizmin gelişinden sonra emperyalist bir politikanın meşrutiyet temeli olarak kabul edildi. Mussolini “Bıraktığımız topraklara geri dönüyoruz.” iddiası ile Trablusgarb’a ve Habeşistan’a saldırdı.

Rus milliyetçilerinin bir kısmı din ve mutlakiyet esaslarının önemini ortaya koyan panislavist bir politika takip ederken, diğer bir kısmı da Batı kültürünün Rusya şartlarına uydurulması gerektiğine inanıyorlardı. Tolstoy, Dostayevsky, Danilevsky Rus milliyetçilik hareketinin önde gelen temsilcileriydi. Milliyetçilikle halkçılık anlayışını bağdaştırmaya çalışan Rus Narodnik hareketinin başarısızlığa uğraması ise, Marksizmin güçlenmesine yol açtı. 1917 Bolşevik ihtilali, Rus milliyetçiliğine yeni bir hüviyet kazandırdı. Marksizm felsefi planda milliyetçiliğe karşı proleterya enternasyonalizmini savunmaktaysa da, eski Sovyetler Birliği’nde Slav ırkının azınlığa düşmemesi için gayri Rus unsurlar, özellikle Türkler asimile edilmeye (eritilmeye) çalışılmakta ve Komünist tatbikattan bu maksat için büyük ölçüde faydalanılmaktaydı. Sosyalizmin her ülkede değişik bir şekilde uygulanmaya çalışılmasında milliyetçilik fikirlerinin büyük tesiri olmuştu. Sovyetlerin yıkılmasından sonra Rusya Cumhuriyetinde Slav ırkının ilerlemesi için çeşitli birlikler kurulmakta ve desteklenmektedir. 1993’te kurulan Slav Birliği buna bir örnektir.

Hindistan’da Gandhi’nin İngilizlere karşı başlattığı Asya’daki pasif milli direniş, İngilizlerin Hindistan’a bağımsızlığını vermesiyle başarıya ulaştı. Sun-Yat-Sen Çin’de milliyetçilik akımının önderliğini yürüttü. Japonya ise otoriter bir milliyetçilik anlayışını kuvvetlendirerek, iktisadi imparatorluğunun fikri temellerini kurmayı başardı.

Afrika’daki milliyetçilik hareketleriyse, sömürgeci batılı devletlere tepki olarak ortaya çıktı. Bu devletlerin açtığı okullarda yetişen elit zümre milliyetçilik düşüncelerinin yayılışına önderlik etti. Beyaz insanın üstün olduğu inancının zayıflaması bu hareketlerin büyüyüp güçlenmesine yol açtı. Milletlerarası toplantılara beyaz bir taksi şoförü ile gitmek, itibar meselesi haline geldi. Birleşmiş Milletlerin de desteğiyle Afrika devletlerinin büyük bir kısmı bağımsızlıklarına kavuştular. Milliyetçilik bundan sonra milli hususiyetlerin teşekkülü ve modernleşmenin bir vasıtası haline geldi.

İslamiyetten önceki Türk tarihinde milliyetçilik büyük bir yer tutar. Orta Asya’dan başlayıp çeşitli yönlere ve ana koluyla batıya doğru akan Türk milleti, İslamiyetle karşılaşıp Müslüman olmakla şerefleninceye kadar, en kuvvetli bağ olarak, milliyetçilik his, düşünce ve ideallerine sahipti. Avrupa’da ancak 18 ve 19. yüzyıllarda başlamış ve zamanla kuvvetlenmiş, fakat günümüzde zayıflamaya yüz tutmuş bulunan milliyetçilik hareketlerinin en idealine Türkler binlerce yıl önce sahiptiler ve bu ideali 10. yüzyıla kadar gerek harp meydanlarında ve gerekse günlük hayatlarında en mükemmel şekliyle yaşadılar. İslamiyet öncesi Türk tarihi incelenirse, o zamanki Türk milletinin bir din yaymak, bir rejimi kabul ettirmek veya bir felsefenin hakimiyetini sağlamak için değil, milli varlıklarını sürdürmek, milletlerine daha iyi ve müreffeh hayat sağlamak, komşularını sindirerek milli istiklallerini korumak ve rakiplerine fiilen veya hükmen hakim olmak için savaştıkları görülür. Bütün bu gayelerin ortaya çıktığı yegane kaynak Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir. Hele Türklerin komşuları Çinlilerde olduğu gibi mesela; bir Konfüçyüs felsefesine veya İranlılarınkine benzer, geçmiş çağların adı bilinen inançlarından olan Mecusilik gibi bir dine sahip olmayışları ve kaynaklarda Şamanizm olarak isimlendirilen esasları çok basit ve merasimleri iyi bilinmeyen bir inanışa sahip oldukları söylentileri hatırlanırsa, o zamanki Türklerin yegane manevi desteklerinin milliyetçilik duygularının olduğu daha açık ortaya çıkmış olur. Ayrıca bütün fertlerin kayıtsız şartsız uyduğu, aile hayatından devlet idaresine kadar hayatın bütün safhalarını düzenleyen ve sözlü bir anayasa hükmündeki örf ve adetleri de büyük kısmıyla milli idi ve gene bu milliyetçilik duygularından kuvvet alıyordu.

Orta Asya Türk Devleti kağanlarından Oğuz Kağan, İlteriş Kutluk Kağan, Göktürk kağanlarından Bilge Kağan, Kültiğin Kağan ve vezirlerden Bilge Tonyukuk gibi Türk devlet idarecileriyle Kürşad gibi Türk kahramanlarının idealleri üstün millet fikrine dayanan bir milliyetçilikti. Nitekim Göktürk abidelerinde anlatılan, millete nasihat olarak verilen şey, millete bağlı olmak, örf ve adetlere sıkı sarılmak, başka milletlere özenmemek ve tatlı sözlerine aldanmamaktır. Dolayısıyla Türkler, Batı dünyasının son bir-iki yüzyıldır sarıldıkları ve çeşitli yollar tutarak kendilerine göre şekil verdikleri cihan-şümul bir iman ve gayeden mahrum olan basit milliyetçiliği bin yıl önce yaşadılar.

İslamiyet beşeriyetin içine saplandığı bütün batılları yok edip, yerine hak olanı koyarak ve cihanı saran bütün karanlıkları aydınlatarak, Arabistan Yarımadasında doğup cihana yayılmaya başlayınca, 10. yüzyılda Maveraünnehr bölgesinde Türkler tarafından tanınıp seve seve kabul edildi ve kısa zamanda hemen hemen bütün Orta Asya Türklüğü kendiliğinden Müslüman oldu. Müslüman Türkler, eski batıl dinlerini bir daha dönmemecesine terkettikleri gibi, örf ve adetlerinden İslamiyetin bildirdiklerine uymayanları da kısa zamanda terkettiler ve milliyetçilik duygu ve düşüncelerinde de İslamiyetin esaslarına göre düzeltme ve değişiklikler yaparak meşru hale getirdiler. İslamiyet, bazılarının öne sürdüğü gibi Türk milletinin varlığını eritip yok etmedi. Tam tersine Müslüman olmayan eski Balkan ve Avrupa Türkleri kısa zamanda milliyetlerini kaybedip, Avrupa milletleri içinde eriyip Hıristiyanlaşmışken, Müslüman Türkler İslamiyetle bu güne kadar Türklüklerini muhafaza etmek imkanına da kavuştular ve günümüz Türk dünyası böylece teşekkül etti. Hatta İslamiyete olan hizmetlerinden, “Türk” kelimesi Batılı milletlerce “İslam” manasında kullanıldı.

Gazneliler, Karahanlılar, Timuroğulları, Selçuklular ve Osmanlılar gibi Müslüman Türk Devletlerinde milli birlik ve varlıklarını sürdüren Türkler, artık yalnız milliyetçilik için yaşamıyor ve savaşmıyorlardı. Milli varlıklarını ve milliyet duygu ve düşüncelerini en yüksek gayenin “i’la-yı kelimetullah” (Allah’ın dinini üstün kılmak) emrine vererek insanların saadeti için çalıştılar. Hele Osmanlılar zamanında kıtaları sınırlarına dahil ederek kurdukları cihan devletiyle kendilerini tamamen tebaalarının huzur ve refahına ve dünyada emniyet ve adaletin tesisine vererek, bütün insanlığa asırlar boyunca büyük hizmette bulundular. İslamiyeti bütün samimiyetleriyle kabul edip sadakatle bağlanan Türkler, Müslümanlığı yaşamak, yaymak muhafaza ve müdafaa etmek hususunda diğer Müslüman milletlerden öylesine ileri gittiler ki “Türk” ve “Müslüman” kelimeleri aynı şeyi ifade eder hale geldi. Mesela; birisi Müslüman olduğu zaman Cezayir’de Maveraünnehr’de veya Avrupa’da “Türk oldu” denilirdi.

Osmanlı Cihan Devletindeki milliyetçilik anlayışı, diğer Müslüman veya gayri müslim etnik gruplara baskı ve tahakkümden tamamen uzak, kendini insanlığa hizmete adamış, bütün dünya insanlarına ulaştırmak istediği ilahi bir mesaj sahibi, bütün insanlığın rahat ve huzur içinde yaşamasını temin edecek ve kıt’aları bir arada idare edebilecek yüksek adalet ve idare esaslarını kazanmış bir milliyetçilik anlayışı idi. Bunun içindir ki, Osmanlı Devletinde hiçbir azınlık unsuruna baskı yapılmadı; dinleri, dilleri ve milliyetleri değiştirilmeye kalkışılmadı. Hatta devletin en yüksek mevkileri azınlıklara da daima açık tutulurdu. Ancak Fansız İhtilali sonrasında Avrupa devletlerinin gayret, aldatma ve teşvikleri neticesinde azınlıklar arasında ırkçılık ve milliyetçilik düşünceleri başlayıp, devlet dağılma vetiresine (sürecine) girince, birlik ve beraberliği sağlamak için Osmanlılık hareketi başlatıldı. “Osmanlılık”, güçlü bir devletin mensubu olmaktan doğan iftihar ifade ederken, “Osmanlıcılık” bu düşüncelere batılı unsurları sokmayı gaye edindi. Osmanlılık duygusu azınlıklara da mal olmuş iken, Osmanlıcılık azınlıklar tarafından rağbet edilen bir düşünce olmadı. Bu yıllarda Sultan İkinci Abdülhamid Hanın çok güzel tatbik ettiği hilafet politikası, devletin otuz sene ayakta durmasını sağladı. Ancak onun tahttan indirilmesinden sonra her millet bağımsız bir devlet kurmak için başlattığı hareketleri hızlandırdı. Bunun sonunda, Balkanlarda, Ermenilerde, Suriye, Filistin ve Arabistan’da, bilhassa İngilizlerin teşvik ve kontrolünde, Fransız ve Rusların da mühim desteğiyle sürdürülen milliyetçilik hareketleri, küçük komitacı silahlı grup ve çetelerin zamanla kendi bölgelerine hakim olmalarıyla, Birinci Dünya Harbinin sonunda yeni devletlerin kurulmasına sebep oldu. Bugünkü Balkan Devletleriyle irili ufaklı Ortadoğu ve Arap ülkeleri bunlardandır.

Osmanlı Devletinin son yıllarında Türkler arasında da yayılıp genişleyen Avrupai milliyetçiliği, ilk defa Yusuf Akçura Üç Tarzlı Siyaset adlı eseriyle siyasi bir hareket olarak ortaya koydu. Irka dayalı bir idare kurulması gerektiği düşüncelerini ileri sürdü. Türkçülük olarak bilinen ve 1908’den sonra güçlenen bu hareket, Türk Yurdu dergisiyle edebi bir akım haline geldi. Leon Cohen, Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmed Bey gibi yazarlarca Türkçülüğün fikri temelleri ortaya konuldu. Hamdullah Suphi Bey teşkilatlanma faaliyetlerini yürüttü. Bu Türkçülük faaliyetleri, Avrupa tarzı milliyetçilik anlayışını esas almakta idi ve ideologları tarafından öne sürülen pekçok umdeleri İslamiyete ters düşüyordu.

Milli mücadele, Türk milletinin güvenebileceği en büyük kudretin önce Allah, sonra da kendi milli varlığında bulunduğunun anlaşılmasına sebep oldu. İstiklal Harbi, “Türkün en büyük dostu yine kendisidir” şeklinde ifade edilen bir anlayış ve imanın kuvvetiyle başarıldı.

Milliyetçilik fikirleri, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da devletin hayatına yön veren ictimai prensipler olarak kabul edildi. Türk Ocaklarının statüsünde yapılan bir değişiklikle faaliyet sahası olarak Türkiye sınırları kabul edildi. 1931 yılında ise, Türk Ocakları kapatılarak, Halkevi haline getirildi. Milliyetçilik, 1937 yılında da Anayasaya girerek, Anayasa prensibi haline geldi.

İslamiyet, alemşümul bir din olarak belli esaslara uygun olmak kaydıyla, milli hasletlerin geliştirilmesi ve muhafazasına büyük yer vermiş, ancak bunların temel değerler olarak kabulünü isteyen fikirleri de yasaklamıştır.

Kur’an-ı kerimde Er-Rum suresinde mealen; “O gökleri, o yerleri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması, O’nun ayetlerindendir. Hakikat, bunlarda bilenler için elbette ibretler vardır.” buyrulmaktadır. Hucurat suresinde de; “Ey insanlar! Biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirlerinizle tanışasınız diye sizi şubelere (ırklara, milletlere, kabilelere) ayırdık.” buyrulmaktadır. Nitekim milli kültür ve medeniyetlerin gelişmesinin garantisi de ayrı milletlerin mevcudiyeti olmaktadır. Ancak Türk tarihinde milletin bütünlüğüne mani olan kabile bağları ve göçebe hayat tarzı, özellikle Osmanlılar tarafından önlenerek örf, adet ve an’aneler vasıtasıyla sürekliliği olan güçlü bir millet yapısı teşekkül ettirilebilmiştir. Böylece Türk ve İslam dünyasına dışarıdan gelen saldırılar tesirsiz bırakıldı. Bu asırlarda Türk Milletinin, İslamiyeti hücrelerine kadar sindirerek yaşaması, milletin ve devletin varlığının en kuvvetli teminatı idi. Din ve millet kelimeleri de o zamanki ilmi ve ıstılahi manalarıyla aynı manaları ifade ediyorlardı. Milliyetçilik fikirleriyle beraber, Milliyet mefhumu yalnız başına ele alınmaya, sosyal müesseseler milliyet esasına göre teşekkül ettirilmeye başlandı.

Milliyetçilik; milletini sevmek, onun yükselmesi için çalışmak demektir. Fakat milliyetçilik, alem şümul bir fikir, bir düşünce sistemi, dünya görüşü de değildir. Bütün insanlık camiasının kabul edebileceği esaslar, prensipler ve idealler, hiçbir “milliyet” unsuru temel alınarak ortaya konulamaz. Milli varlığını, istiklalini, vatanını, devletini koruyan bir milletin insanlık camiasına bunlardan hareketle verebileceği hiçbir şey bulunmayabilir. Çünkü bir milletin varlığı, istiklali ve diğer hususları bir başka milleti hiç ilgilendirmeyebilir. Ancak, bu ayrı milletler arasında onları birbirine bağlayacak çok kuvvetli ve milliyet esasına ve maddi şeylere dayanmayan sarsılmaz bir gönül bağı da olmalıdır. Ancak bu suretle birbirlerinin dertleriyle dertlenip, neşeleriyle neşelenebilsinler ve gönüllerinden gelerek birbirlerinin yardımına koşsunlar. Böyle bir bağ ancak din ve iman bağı olabilir. İslamiyet iman ve ibadet esaslarının yanısıra ticaret, sanayi ve sosyal nizam esaslarını da kurduğundan milliyet düşüncesini de içine almış, asırlar boyunca Müslümanlar arasında ayrı milliyetler kurmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Bunun içindir ki bütün ilmihal kitaplarında (Din ve millet, ikisi birdir) denilmekteydi. Hatta Avrupalıların İslam Dinine karşı olan şüphelerinin İslamiyetin hemen her hükmünde ayrıca bir milliyet hissi de bulunduğundan ileri geliyor denilse yeridir.

Milliyet, insanın çalışması ve dilemesiyle elde edebileceği bir meziyet değildir. Milliyet, aynı vatanda, aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf, aet ve menfaat birliğidir. Çalışmadan, doğuşta ele geçen bir nimettir. İslam dini, asırlar boyu olduğu gibi bugün de Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır ve bu milliyetçiliğin devamı için ve kendisinden çok faydalanılması için çalışmayı, sevişmeyi, başka dinden olan vatandaşlara da aynı hakları sağlamayı, adaletten, sosyal haklardan eşit olarak istifade edilmesini emretmektedir. Asırlardır cephelerde döğüşerek şehit düşen şerefli Türk milletinin sonraki nesillere bıraktıkları din, milliyet, vatan, bayrak ve istiklal marşını sevmek, saygılı olmak, kanunlara itaatkar yaşamak ve durmadan çalışarak her sahada dünya milletleri içinde en öne geçmek için çırpınmak, Türküm diyen herkesin esas vazifeleri olmaktadır. Böyle milliyetçi nesiller, kendi millet ve devletlerine olduğu gibi, dünya milletlerine ve insanlık camiasına da büyük hizmetler yapabilirler.

Milliyetçilik için tehlikeli olan iki tavır mevcuttur. Bunlardan birisi: Milliyetçiliği lüzumsuz gören ve inkar eden kozmopolitizm, diğeri bütün değerleri millet esasına bağlayarak milliyetçiliği aşırı bir ırkçılık olarak mütalaa eden şovenizmdir. Milletlerin mevcudiyetini inkar eden komünizm ve “devletin asıl vazifesi her türlü terakkinin esas kaynağı olan ırkı geliştirmek, muhafaza etmektir.” anlayışına sahip olan nazizm, bu hususta takınılan iki aşırı tavrın bariz bir misalidir. Türklerde din ve millet mefhumları birlikte mütala edildiği için bu tür aşırılıklara rastlanmamış, bu tipteki bazı hareketler de rağbet görmemiştir. Hatta Müslümanlık ve Türklük bir kumaşın iki yüzü gibi olmuştur.



MÎMAR SİNÂN; Türke şeref, cihana ise yüzlerce medeni eser veren bir sanatkar olarak tarihe geçen büyük Osmanlı mimarı. Koca Sinan diye de anılır. Tahminen 1490 senesinde Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Babası Abdülmennan olup, bu ismi sonradan almıştı. Yavuz Sultan Selim Han zamanında devşirme olarak İstanbul’a geldi.

Burada iyi bir eğitim ve öğretim gördükten sonra Acemi Oğlanlar kışlasına verildi. Acemi Oğlanlar ocağındaki gençler çok sıkı bir askerlik eğitiminin yanında, genellikle büyük inşaatlarda, veya gemilerde hizmet ederlerdi. Böylece, Acemi Oğlanları, askerliğin yanısıra bir de meslek öğrenirlerdi. Mimar Sinan da neccarlık (marangozluk) mesleğini öğrendi.

Acemi Oğlanlık devresini dokuz yılda tamamlayan Sinan, 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad Seferine Yeniçeri olarak katıldı. Büyük kabiliyeti sebebiyle Yeniçerilikte sık sık terfi etmeye başladı. 1522’de Rodos Seferine Atlı Sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç Meydan Muharebesinden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek Acemi Oğlanlar Yayabaşılığına (Bölük Komutanı) terfi ettirildi. Daha sonra Kapıyayabaşı olup, 1534 Alman ve Bağdat seferlerine Zemberekçibaşı olarak katıldı.

1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İranSeferi sırasında Van Gölüne geldiklerinde, Sadrazam Lütfi Paşa karşı sahile gitmek ve düşmanın ahvalini gözetlemek istedi. Bu maksatla Sinan’a kadırga yapması emredildi. Sinan’ın iki hafta gibi kısa bir sürede üç adet kadırga yapıp donatmasına, çok memnun olan Lütfi Paşa, gemilerin idaresini ona verdi. Bu başarısı ile büyük itibar kazandı. İran Seferinden dönüşte,Yeniçeri Ocağında itibarı yüksek olan Hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Kara Boğdan (Moldavya) seferlerine katıldı.

Son katıldığı seferinden olan Kara Boğdan Seferinde, ordunun Prut Nehrini geçmesi için bir köprü yapılması gerekiyordu.Zemin kaygan olduğundan bu işi kimse başaramadı. Bu iş Lütfi Paşanın teklifiyle Sinan’a verildi. Sinan, ordudaki bütün mimar ve neccarları toplayarak on üç gün gibi kısa bir sürede köprüyü yapıp ordunun karşıya geçmesini sağladı. Bu olaydan bir müddet sonra, Hassa Başmimarı Acem Ali ve Veziriazam Ayas Paşa vefat ettiler. Ayas Paşanın türbesini yapmak için yeni bir başmimar tayin edilmesi gerekiyordu. Lütfi Paşa bu sefer de Sultan’a gidip, bu iş için en uygun kimsenin Sinan olduğunu söyledi. Böylece 1538 yılında Hassa Başmimarı oldu.

Katıldığı her seferde gördüğü bina ve harabelerden bir ders alan Mimar Sinan, Batının ve Doğunun mimari tarzını tedkik imkanını buldu. Bu iki uslubu birleştirerek orjinal eserler verdi.

Mimar Sinan’ın, Mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar: Haleb’de Husreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesidir. Haleb’deki Hüsreviye Külliyesinde, tek kubbeli cami tarzı ile, bu kubbenin köşelerine birer kubbe ilave edilerek yan mekanlı cami tarzı birleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarlarının İznik ve Bursa’daki eserlerine uyulmuştur. Külliyede ayrıca, avlu, medrese, hamam, imaret ve misafirhane gibi kısımlar bulunmaktadır. Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesindeyse renkli taş kakmalar ve süslemeler görülür. Külliyede cami, türbe ve diğer unsurlar gayet ahenkli bir tarzda yerleştirilmiştir. Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, devrindeki bütün mimari unsurları taşımaktadır. Cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşmeden teşekkül eden külliyede cami, diğer kısımlardan tamamen ayrıdır.

Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Bunların ilki İstanbul Şehzadebaşı Camii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa edilen Şehzadebaşı Camii, daha sonra yapılan bütün camilere örnek teşkil etmiştir. (Bkz. Şehzadebaşı Camii)

Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde yapılmıştır. (Bkz. Süleymaniye Camii)

Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı ve ustalık eserim, diye takdim ettiği Edirne’deki Selimiye Camiidir. (Bkz. Selimiye Camii)

Mimar Sinan, Mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eskileri restore etti. Bu konudaki en kesif çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’te Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine, takviyeli duvarlar yaptı ve eserin bu günlere sağlam olarak gelmesini sağladı. Eski eserlerle abidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Camii ve İstanbul Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkanların yıkımını sağladı.

İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususta ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarıyla bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir. Bu konuya ne kadar önem verdiği, vakfiyesinde İstanbul’un kaldırımları için para bırakmasından anlaşılmaktadır.

Aynı anda birçok eseri plan haline getirip yapımlarını sürdüren Mimar Sinan, en geniş çaptaki yapım işlerinin en ufak detaylarıyla bile kendisi ilgilenirdi. Fakat bu işler altında ezilmezdi. Bütün bu başarılarıyla beraber, İslam ahlakıyla ahlaklanmış mütevazi bir insandı. Mühründe bulunan; “El-hakir-ül-fakir Mimar Sinan” yazısı, bunu en iyi şekilde isbat eder.

Türk mimarisinin yetiştirdiği, İslam aleminin bu büyük mimar ve mühendisi doksan yaşın üzerinde, faal bir hayat sürdü. Sai Mustafa Çelebi’nin Tezkiret-ül-Ebniye’de belirttiği gibi; Mimar Sinan seksen dört cami, elli iki mescit, elli yedi medrese yedi darül-kurra, yirmi türbe, on yedi imaret, üç darüşşifa, beş su yolu, sekiz köprü, yirmi kervansaray, otuz altı saray, sekiz mahzen ve kırk sekiz de hamam olmak üzere üç yüz altmış dört eser vermiştir.

Eserlerinin bir kısmı İstanbul’dadır. Osmanlı ülkesinde damgasını vurmadığı bir köşe yok gibidir. 1588’de İstanbul’da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camiinin yanında kendi yaptığı mütevazi ve sade türbeye defnedildi.

Mimar Sinan’ın Başmimarlığa getirildiği dönemde Osmanlı Cihan Devleti, bir Türk-İslam devleti olarak ekonomisi, müesseseleri, adaleti ve sosyal yapı bakımından dünyanın en güçlü devletiydi. Böyle kudretli bir devletin güçlü bir sanatçısı olan Sinan da yaklaşık elli senelik mimarlık döneminde kendisine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Mimari dehası yanında güçlü organizasyon ve disiplin kabiliyetiyle o günlerde dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir hassa mimarları teşkilatı geliştirildi. Bu teşkilat, Sinan’dan itibaren, devletin her tarafına İstanbul’un mimari kaidelerini götürdü. Sarayda, mimarinin her alanında atölyeler kurdu. Bu atölyeleri Mimarbaşı, Hattatbaşı, Doğancıbaşı gibi büyük devlet memurları yönetti. Bu atölyelerde Sultanahmed Camiini yapan Sedefkar Ahmed Ağa ve Davud Ağa gibi mimarlar yetişti.

Sinan, Selçuklu dönemi yapılarını, dekoratif anlamdaki taş işçiliğini çok yakından bilmesine rağmen, eskiyi körü körüne taklit etmekten çok, kendi sentezlerine değer verip uyguladı. Bu sebeple eserlerindeki süsleme, yalnızca mukarnaslar ve kapı kenar motifleri üzerinde yoğunluk kazandı. Kullandığı malzeme yeknesak, ağır başlı ve sade bir anlatım içinde kaldı. Yine Selçuklu dönemiyle İran ve Arap mimarilerinde çok rastlanan dekoratif seramik malzemelerine özellikle dış cephelerde hiç yer vermedi.

Konstrüksiyon araştırmalarının üzerinde durup her eserinde ayrı bir sistem analizine yöneldi. Kare prizma üzerine yarım kürenin çeşitli varyantlarını tek tek denedi. Statik endişeden kaynaklanan kalın taşıyıcı duvarların kesitlerini inceltip, yapıda modül sistemini kullandı. Farklı renk ve dokuda çeşitli malzemeler kullanmak yerine, aynı malzemeyle ışık gölge oyunlarına tabi tutarak çeşitli zenginlikler ortaya koydu. Bu amaçla düzlemden eğri yüzeylere geçerken uygulamaya koyduğu mukarnaslar, kapı çevrelerinde yer verdiği sade taş bordürleri sık sık kullanırdı. Mekan içinde özellikle konstrüksiyona yönelik yapı elemanlarını belirleyici bir malzeme kullanımına gidip, sadece dekoratif bir görüntü elde etme gayesine yönelik malzeme kullanımına ihtiyaç duymadı.

Kubbenin beden duvarına oturuşunda veya cephe kuruluşunda eskinin masif ve boşluksuz anlayışını tamamen değiştirdi. Geliştirdiği teknik çözümlerle bu noktalarda birbirini takip eden diziler halinde pencere boşlukları meydana getirip, iç mekanın ferah, aydınlık olmasına itina gösterdi. Kullanılan pencerelerde işin önemine göre alçı çerçeve içinde renkli cam uygulamalarına yer verdi. Hiçbir zaman fonksiyon dışında bir malzeme kullanımına gitmedi. Bu özelliğiyle yapı elemanları bina bütününde birbirlerini tamamlayarak gelişti ve yapı, onu taçlandıran, adeta boşlukta yüzer görünümündeki bir kubbe ile noktalandı.

Sinan, her mimari eseri kendine has bir biçimle ele almak, yapıda form ve konstrüksiyon beraberliğini kurmak, dış mekan ve kuruluşunun iç mekana bütünlük kazanmasını sağlamak, mevcut teknolojik imkan ve malzeme denemelerinin üstünde, onları kendi istekleri doğrultusunda kullanmayı bilmek, akılcı ve sade bir malzeme kullanma anlayışına sahip olmak gibi günümüzde de geçerli mimarlık prensiplerini bundan dört asır önce eserleriyle ortaya koydu. Bu sebeple daima sanatı ile asırlar ötesi bir mimari deha olarak anıldı ve anılacaktır.

Her bakımdan parlak bir devirde yetişen Mimar Sinan, Osmanlı mimarisinin zirvesini temsil eder. Mustafa Sa’i’nin hazırladığı Tezkiret-ül-Ebniye kitabında yazılı üç yüz altmış dört eseri şöyle bildirilmektedir:

Camiler:

1) İstanbul Süleymaniye Camii, 2) İstanbul Şehzadebaşı Camii, 3)Haseki Hürrem Camii, 4)Mihrimah Sultan Camii (Edirnekapı’da), 5) Osman Şah Validesi Camii (Aksaray’da), 6) Sultan Bayezid Kızı Camii (Yenibahçe’de), 7)Ahmed Paşa Camii (Topkapı’da), 8)Rüstem Paşa Camii (Tahtakale’de), 9)Mehmed Paşa (Sokullu) Camii (Kadırga Limanında), 10) İbrahim Paşa Camii (Silivrikapı’da), 11)Bali Paşa Camii (Hüsrev Paşa Türbesi yakınında, 12)Hacı Evhad Camii (Yedikule yakınında), 13)Kazasker Abdurrahman Çelebi Camii (Molla Gürani’de), 14) Mahmud Ağa Camii (Ahırkapı yakınında), 15) Odabaşı Camii (Yenikapı yakınında), 16)Hoca Hüsrev Camii (Kocamustafapaşa’da), 17) Hamami Hatun Camii (Sulumanastır’da), 18) Defterdar Süleyman Çelebi Camii (Üsküplü Çeşmesi yakınında), 19) Ferruh Kethüda Camii (Balat Kapısı içinde), 20) Yunus Bey Camii (Balat’ta), 21) Hürrem Çavuş Camii (Yenibahçe yakınında), 22)Sinan Ağa Camii (Kadı Çeşmesi yakınında), 23) Ahi Çelebi Camii (İzmir İskelesi yakınında), 24) Süleyman Subaşı Camii (Unkapanı’nda), 25) Zal Mahmud Paşa Camii (Eyüp’te), 26) Nişancı Paşa Camii (Eyüp’te), 27) Şah SultanCamii (Eyüp’te), 28) Emir Buhari Camii (Edirnekapı dışında), 29) Merkez Efendi Camii (Yenikapı dışında), 30) Çavuşbaşı Camii (Sütlüce’de), 31) Turşucuzade Hüseyin Çelebi Camii (Kiremitlik’te), 32) Kasım Paşa Camii (Tersane yakınında), 33) Sokullu MehmedPaşa Camii (Azapkapısı’nda), 34) Kılıç Ali Paşa Camii (Tophane’de), 35) Muhiddin Çelebi Camii (Tophane’de), 36) Molla Çelebi Camii (Tophane Beşiktaş arasında), 37) Ebü’l-Fazl Camii (Tophane üstünde), 38)Şehzade Cihangir Camii (Tophane’de), 39) Sinan Paşa Camii (Beşiktaş’ta), 40) Mihrimah Sultan Camii (Üsküdar’da, iskelede), 41) Eski Valide Camii (Üsküdar’da), 42) Şemsi Ahmed Paşa Camii (Üsküdar’da), 43) İskender Paşa Camii (Kanlıca’da), 44)Çoban Mustafa Paşa Camii (Geğbüze’de), 45)Pertev Paşa Camii (İzmit’te), 46)Rüstem Paşa Camii (Sapanca’da), 47)Rüstem Paşa Camii (Samanlı’da), 48)Mustafa Paşa Camii (Bolu’da), 49) Ferhad Paşa Camii (Bolu’da), 50)Mehmed Bey Camii (İzmit’te), 51)Osman Paşa Camii (Kayseri’de), 52)Hacı Paşa Camii (Kayseri’de), 53) Cenabi Ahmed Paşa Camii (Ankara’da), 54) Lala Mustafa Paşa Camii (Erzurum’da), 55) Sultan Alaeddin Selçuki Camiinin (Çorum’da) yenilenmesi, 56)Abdüsselam Camiinin (İzmit’te)yenilenmesi, 57) Kiliseden dönme Eski Caminin (İznik’te)Sultan Süleyman tarafından yeniden yaptırılması, 58) Hüsreviye (Hüsrev Paşa)Camii (Haleb’de), 59) Sultan Murad Camii (Manisa’da), 60)Orhan Camiinin (Kütahya’da)yenilenmesi, 61) Kabe-i şerifin kubbelerinin tamiri, 62)Hüseyin Paşa Camii (Kütahya’da), 63)Rüstem Paşa Camii (Bolvadin’de), 64)Sultan Selim Camii (Karapınar’da), 65) Sultan Süleyman Camii (Şam, Gök Meydanda), 66) Sultan Selim Camii (Edirne’de), 67)Taşlık Camii (Mahmud Paşa için, Edirne’de), 68) Defterdar Mustafa Çelebi Camii (Edirne’de), 69) Haseki Sultan Camii (Edirne, Mustafa Paşa Köprüsü başında), 70)Semiz Ali Paşa Camii (Babaeski’de), 71) Sokullu Mehmed Paşa Camii (Hafsa’da, Trakya), 72) Sokullu MehmedPaşa Camii (Burgaz’da), 73)Semiz Ali Paşa Camii (Ereğli’de), 74) Bosnalı MehmedPaşa Camii (Sofya’da), 75)Sofu MehmedPaşa Camii (Hersek’te), 76)FerhadPaşa Camii (Çatalca’da), 77)Maktul Mustafa Paşa Camii (Budin’de), 78) Firdevs Bey Camii (Isparta’da), 79)Memi Kethuda Camii (Ulaşlı’da), 80)Tatar Han Camii (Kırım, Gözleve’de), 87) Rüstem Paşa Camii (Rodoscuk’ta), 82) Vezir Osman Paşa Camii (Tırhala’da), 83)Rüstem Kethüdası Mehmed Bey Camii (Tırhala’da), 84)Mesih Mehmed Paşa Camii (Yenibahçe’de).

Mescitler:

1)İbrahim Paşa Mescidi (Îsa Kapısında), 2)Sinan Paşa Mescidi (Yenibahçe’de), 3)Rüstem Paşa Mescidi (Yenibahçe’de), 4)Mimar Sinan Mescidi (Yenibahçe’de), 5) Hafız Mustafa Çelebi Mescidi (Yenibahçe’de), 6) Müftü Çivizade Efendi Mescidi (Topkapı yakınında), 7) Emir Ali Çelebi Mescidi (Karagümrük çevresindee), 8) Üçbaş Mescidi (Karagümrük yakınında), 9) Defterdar Şerifezade Efendi Mescidi (Fatih Çarşamba’da), 10) Defterdar Mahmud Çelebi Efendi Mescidi (Defterdar’da), 11)Simkeşbaşı Mescidi (Lütfi Paşa Çarşısının yakınında), 12) Hacegizade Mescidi (Fatih Camii yakınında), 13)Çavuş Mescidi (Silivrikapı yakınında), 14) Civizade Kızı Mescidi (Davutpaşa yakınında), 15)Takyeci Ahmed Çelebi Mescidi (Silivrikapı civarında), 16)Hacı Nasuh Mescidi (Sarıgez yakınında) 17) Kasap Hacı İvan Mescidi (Sarıgüzel’de), 18)Hacı Hamza Mescidi (Ağa Çayırında), 19)Tok Hacı Hasan Mescidi (Zeyrek’te), 20)İbrahim Paşa Zevcesi Mescidi (Kumkapı yakınında), 21)Bayram Çelebi Mescidi (Langakapısı yakınında), 22)Kemhacılar Mescidi (Çakmakçılar’da), 23)Kuyumcular Mescidi (Çakmakçılar’da), 24)HersekBodrumu üzerinde olan mescit (Ayasofya yakınında), 25)Yayabaşı Mescidi (Fenerkapısı içinde), 26)Abdi Subaşı Mescidi (Sultan Selim yakınında), 27)Hüseyin Çelebi Mescidi (Sultan Selim Camii yakınında), 28)Hacı İlyas Mescidi (Ali Paşa Hamamı yakınında), 29)Duhanizade Mescidi (Kocamustafapaşa yakınında), 30) Kadızade Mescidi (Çukurhamam yakınında), 31)Müftü Hamit Efendi Mescidi (Azaplar Hamamı yakınında), 32)Tüfenkhane Mescidi (Unkapanı’nda), 33) Saray Ağası Davud Ağa Mescidi (Edirnekapı dışında), 34)Dökmecibaşı Mescidi (Eyüp’te), 35)Arpacıbaşı Mescidi (Eyüp’te), 36) Hekimbaşı Kaysunizade Mescidi (İstanbul’da), 37) Kaysunizade Mescidi (Sütlüce’de), 38) Karcı Subaşı Süleyman Mescidi (Eyüp’te), 39)İki Mescid (İstanbul’da), 40)Ahmed Çelebi Mescidi (Kiremitlik’te), 41)Yahya Kethüda Mescidi (Kasımpaşa’da), 42) Şehremini Hasan Çelebi Mescidi (Kasımpaşa’da), 43)Süheyl Bey Mescidi (Tophane’de), 44)İlyaszade Mescidi (Topkapı’nın dışında) 45)Sarrafbaşı Mescidi (Topkapı’nın dışında), 46)Pazarbaşı Nemu Kethüda Mescidi (Kasımpaşa’da), 47)Mehmed Paşa Mescidi (Büyükçekmecede), 48)Hacı Paşa Mescidi (Üsküdar’da), 49)Saraçhane Mescidi (Hasköy’de), 50) Ruznameci Abdi Çelebi Mescidi (Sulumanastır’da), 51)Kürkçübaşı Mescidi (Kumkapı haricinde), 52)Şeyh Ferhad Mescidi (Langakapısı yakınında).

Medreseler:

1)SultanSüleyman Medresesi (Mekke’de), 2) Süleymaniye Medreseleri (İstanbul’da), 3)Yavuz Sultan Selim Medresesi (Halıcılar Köşkünde), 4)Sultan Selim Medresesi (Edirne’de), 5)Sultan Süleyman Medresesi (Çorlu’da), 6) Şehzade Sultan Mehmed Medresesi (İstanbul’da), 7)Haseki Sultan Medresesi (Avratpazarı’nda), 8)Valide Sultan Medresesi (Üsküdar’da), 9)Kahriye Medresesi (Sultan Selim yakınında), 10) Mihrimah Sultan Medresesi (Üsküdar’da), 11)Mihrimah Sultan Medresesi (Edirnekapı’da), 12)MehmedPaşa Medresesi (Kadırga’da), 13) MehmedPaşa Medresesi (Eyüp’te), 14)Osman Şah Validesi Medresesi (Aksaray yakınında), 15)Rüstem Paşa Medresesi (İstanbul’da), 16)Ali Paşa Medresesi (İstanbul’da), 17)AhmedPaşa Medresesi (Topkapı’da), 18)Sofu MehmedPaşa Medresesi (İstanbul’da), 19)İbrahim Paşa Medresesi (İstanbul’da), 20)Sinan Paşa Medresesi (Beşiktaş’ta), 21)İskender Paşa Medresesi (Kanlıca’da), 22) Kasım Paşa Medresesi, 23)Ali Paşa Medresesi (Babaeski’de), 24)Mısırlı Mustafa Paşa Medresesi (Geğbüze’de), 25) Ahmed Paşa Medresesi (İzmit’te), 26)İbrahim Paşa Medresesi (Îsa Kapısında), 27) Şemsi Ahmed Paşa Medresesi (Üsküdar’da), 28) Kapı Ağası Mahmud Ağa Medresesi (Ahırkapı’da), 29) Kapıağası Cafer Ağa Medresesi (Soğukkuyu’da), 30)Ahmed Ağa Medresesi (Çapa’da), 31)Hamid Efendi Medresesi (Filyokuşu’nda), 32)Malul Emir Efendi Medresesi (Karagümrük’te), 33)Ümm-i Veled Medresesi (Karagümrük’te), 34)Üçbaş Medresesi (Karagümrük’te), 35)Kazasker Perviz Efendi Medresesi (Fatih’te), 36)Hacegizade Medresesi (Fatih’te), 37)Ağazade Medresesi (İstanbul’da), 38)Yahya Efendi Medresesi (Beşiktaş’ta), 39) Defterdar Abdüsselam Bey Medresesi (Küçükçekmece’de), 40)Tuti Kadı Medresesi (Fatih’te), 41)Hakim Mehmed Çelebi Medresesi (Küçükkaraman’da), 42) Hüseyin Çelebi Medresesi (Çarşamba’da), 43)Şahkulu Medresesi (İstanbul’da), 44)Emin Sinan Efendi Medresesi (Küçükpazar’da), 45)Yunus Bey Medresesi (Draman’da), 46)Karcı Süleyman Bey Medresesi, 47)Hacce Hatun Medresesi (Üsküdür’da), 48)Defterdar Şerifezade Medresesi (Kadıçeşmesi’nde), 49)Kadı Hakim Çelebi Medresesi (Küçükkaraman’da), 51)Kirmasti Medresesi, 52)Sekban Ali Bey Medresesi (Karagümrük’te), 53)Nişancı MehmedBey Medresesi (Altımermer’de), 54)Kethüda Hüseyin Çelebi Medresesi (SultanSelim’de), 55)Gülfem Hatun Medresesi (Üsküdar’da), 56)Hüsrev Kethüda Medresesi (Ankara’da), 57)Mehmed Ağa Medresesi (Çatalçeşme’de).

Darülkurralar:

1) SultanSüleymanHanDarülkurraası (İstanbul’da), 2) Valide Sultan Darülkurrası (Üsküdar’da), 3)Hüsrev Kethüda Darülkurrası (İstanbul’da), 4)Mehmed Paşa Darülkurrası (Eyüp’te), 5)Müftü Sa’di Çelebi Darülkurrası (Küçükkaraman’da), 6)Sokullu MehmedPaşa Darülkurrası (Eyüp’te), 7)Kadızade Efendi Darülkurrası (Fatih’te).

Türbeler:

1)Sultan Süleyman Türbesi (Süleymaniye’de), 2) Şehzade Sultan MehmedTürbesi (Şehzadebaşı’nda), 3)SultanSelim Türbesi (Ayasofya civarında), 4)Hüsrev Paşa Türbesi (Yenibahçe’de), 5)ŞehzadelerTürbesi (Ayasofya’da), 6)Vezir-i azam RüstemPaşa Türbesi (Şehzade Türbesi yakınında), 7)Ahmed Paşa Türbesi (Eyüp’te), 8)MehmedPaşa Türbesi (Topkapı’da), 9)Çocukları için inşa ettiği türbe, 10)Siyavuş Paşa Türbesi (Eyüp’te), 11)Siyavuş Paşanın çocukları için yapılan türbe (Eyüp’te), 12) Zal Mahmud Paşa Türbesi (Eyüp’te), 13)Şemsi Ahmed Paşa Türbesi (Üsküdar’da), 14) Yahya Efendi Türbesi (Beşiktaş’ta), 15)Arap AhmedPaşa Türbesi (Fındıklı’da), 16)HayreddinPaşa Türbesi (Beşiktaş’ta), 17)Kılıç Ali Paşa Türbesi (Tophane’de), 18)Pertev Paşa Türbesi (Eyüp’te), 19)Şah-ı Huban Türbesi (Üsküdar’da, 22)Haseki Hürrem Sultan Türbesi (Süleymaniye’de).

İmaretler:

1) SultanSüleyman İmareti (Süleymaniye’de), 2)Haseki Sultan İmareti (Mekke’de), 3)Haseki Sultan İmareti (Medine’de), 4) Mustafa Paşa Köprüsü başında bir imaret (Edirne’de), 5)SultanSelim İmareti (Karapınar’da), 6)SultanSüleyman İmareti (Şam’da), 7)Şehzade Sultan Mehmed İmareti (İstanbul’da), 8)SultanSüleyman İmareti (Çorlu’da), 9)Valide Sultan İmareti (Üsküdar’da), 10) Mihrimah Sultan İmareti (Üsküdar’da), 11)Sultan Murad İmareti (Manisa’da), 12)Rüstem Paşa İmareti (Rodoscuk’ta), 13)Rüstem Paşa İmareti (Sapanca’da), 14)MehmedPaşa İmareti (Burgaz’da), 15)MehmedPaşa İmareti (Hafsa’da), 16)Mustafa Paşa İmareti (Geğbüze’de), 17)MehmedPaşa İmareti (Bosna’da).

Darüşşifalar:

1)SultanSüleyman Darüşşifası (Süleymaniye’de), 2)Haseki Sultan Darüşşifası (Haseki’de), 3)Valide Sultan Darüşşifası (Üsküdar’da).

Su Yolları Kemerleri:

1)Bend Kemeri (Kağıthane’de), 2)Uzun Kemer (Kemerburgaz’da), 3)Muglava Kemeri (Kemerburgaz’da), 4)Gözlüce Kemer (Cebeciköy’de), 5)Müderris köyü yakınındaki kemer (Kemerburgaz’da).

Köprüler:

1)Büyükçekmece Köprüsü, 2)Silivri Köprüsü, 3)Mustafa Paşa Köprüsü (Meriç üzerinde), 4)Sokullu MehmedPaşa Köprüsü (Tekirdağ’da), 5) Odabaşı Köprüsü (Halkalıpınar’da), 6)Kapıağası Köprüsü (Haramidere’de), 7)MehmedPaşa Köprüsü (Sinanlı’da), 8)Vezir-i azam Mehmed Paşa (Mostar) Köprüsü (Bosna’da, Vişigrad kasabasında).

Kervansaraylar:

1) Kervansaray (Sultan Süleyman İmareti yakınında), 2)Kervansaray (Büyükçekmece’de), 3)RüstemPaşa Kervansarayı (Rodosçuk’ta), 4)KebecilerKervansarayı (Bitpazarı’nda), 5)Rüstem Paşa Kervansarayı (Galata’da), 6)Ali Paşa Kervansarayı (Bursa’da), 7) Ali Paşa Kervansarayı (Bitpazarı’nda), 8)Pertev Paşa Kervansarayı (Vefa’da), 9)Mustafa Paşa Kervansarayı (Ilgın’da), 10)Rüstem Paşa Kervansarayı (Sapanca’da), 11) Rüstem Paşa Kervansarayı (Samanlı’da), 12)Rüstem Paşa Kervansarayı (Karışdıran’da), 13)RüstemPaşa Kervansarayı (Akbıyık’ta), 14)Rüstem Paşa Kervansarayı (Karaman Ereğlisi’nde), 15)Hüsrev Kethüda Kervansarayı (İpsala’da) 16)MehmedPaşa Kervansarayı (Hafsa’da), 17)Mehmed Paşa Kervansarayı (Burgaz’da), 18)RüstemPaşa Kervansarayı (Edirne’de), 19) Ali Paşa Çarşısı ve Kervansarayı (Edirne’de), 20)İbrahim Paşa Kervansarayı (İstanbul’da).

Saraylar:

1) Saray-ı atik tamiri (Beyazıt’ta), 2)Saray-ı cedid-i hümayun tamiri (Topkapı’da), 3) Üsküdar Sarayının tamiri (Üsküdar’da), 4)Galatasarayın eski yerine yeniden inşası (Galatasaray’da), 5)Atmeydanı Sarayının yeniden inşası (Atmeydanı’nda), 6)İbrahim Paşa Sarayı (Atmeydanı’nda), 7)Yenikapı Sarayının yeniden inşası (Silivrikapı’da), 8)Kandilli Sarayının yeniden inşası (Kandilli’de), 9)Fenerbahçe Sarayının yeniden inşası (Fenerbahçe’de), 10)İskender Çelebi Bahçesi Sarayının yeniden inşası (İstanbul şehir dışında), 11)Halkalı Pınar Sarayının yeniden inşası (Halkalı’da), 12)Rüstem Paşa Sarayı (Kadırga’da), 13)MehmedPaşa Sarayı (Kadırga’da), 14)Mehmed Paşa Sarayı (Ayasofya yakınında), 15)MehmedPaşa Sarayı (Üsküdar’da), 16)Rüstem Paşa Sarayı (Üsküdür’da), 17) Siyavuş Paşa Sarayı (İstanbul’da), 18)Siyavuş Paşa Sarayı (Üsküdar’da), 19)Siyavuş Paşa Sarayı (Üsküdar’da), 20) Siyavuş Paşa Sarayı (yine Üsküdar’da), 20)Ali Paşa Sarayı (İstanbul’da), 21)AhmedPaşa Sarayı (Atmeydanı’nda), 22)Ferhad Paşa Sarayı (Bayezid civarında), 23) Pertev Paşa Sarayı (Vefa Meydanında), 24) SinanPaşa Sarayı (Atmeydanı’nda), 25)Sofu MehmedPaşa Sarayı (Hocapaşa’da), 26) Mahmud Ağa Sarayı (Yenibahçe’de), 27)MehmedPaşa Sarayı (Halkalı yakınında Yergöğ’de), 28)Şah-ı Huban Kadın Sarayı (Kasımpaşa Çeşmesi yakınında), 29) Pertev Paşa Sarayı (şehrin dışında), 30)AhmedPaşa Sarayı (şehrin dışında), 31) AhmedPaşa Sarayı (Taşra Çiftlik’te), 32) AhmedPaşa Sarayı (Eyüp’te), 33)Ali Paşa Sarayı (Eyüp’te), 34) MehmedPaşa Sarayı (şehrin dışında, Rüstem Çelebi Çiftliğinde), 35) Mehmed Paşa Sarayı (Bosna’da), 36)Rüstem Paşa Sarayı (İskender Çelebi Çiftliğinde).

Mahzenler:

1)Buğday mahzeni (Galata Köşesinde), 2)Zift Mahzeni (Tersane-i Âmirede), 3) Anbar (sarayda), 4)Anbar (Has Bahçe Yalısında), 5)Mutbak ve kiler (sarayda), 6)Mahzen (Unkapanı’nda), 7)İki adet anbar (Cebehane yakınında), 8)Kurşunlu Mahzen (Tophane’de).

Hamamlar:

1)SultanSüleyman Hamamı (İstanbul’da), 2)Sultan Süleyman Hamamı (Kefe’de), 3)Üç Kapılı Hamam (Topkapısarayında), 4)Üç Kapılı Hamam (Üsküdar Sarayında), 5)Haseki SultanHamamı (Ayasofya yakınında), 6) Haseki Sultan Hamamı (Bahçekapı’da), 7)Haseki Sultan Hamamı (Yahudiler içinde), 8)Valide SultanHamamı (Üsküdar’da), 9)Valide SultanHamamı (Karapınar’da), 10)Valide SultanHamamı (Cibali Kapısında), 11) Mihrimah SultanHamamı (Edirnekapı’da), 12) Lütfi Paşa Hamamı (Yenibahçe’de), 13)MehmedPaşa Hamamı (Galata’da), 14)MehmedPaşa Hamamı (Edine’de), 15)Kocamustafapaşa Hamamı (Yenibahçe’de), 16)İbrahim Paşa Hamamı (Silivrikapı’da), 17)Kapıağası Yakub Ağa Hamamı (Sulumanastır’da), 18) Sinan Paşa Hamamı (Beşiktaş’ta), 19)Molla Çelebi Hamamı (Fındıklı’da), 20)Kaptan Ali Paşa Hamamı (Tophane’de), 21) Kaptan Ali Paşa Hamamı (Fenerkapı’da), 22) Müfti Ebüssü’ud Efendi Hamamı (Macuncu Çarşısında), 23)Mirmiran Kasımpaşa Hamamı (Hafsa’da), 24)Merkez Efendi Hamamı (Yenikapı dışında), 25)Nişancı Paşa Hamamı (Eyüp’te), 26)Hüsrev Kethüda Hamamı (Ortaköy’de), 27)Hüsrev Kethüda Hamamı (İzmit’te), 28) Hamam (Çatalca’da), 29)RüstemPaşa Hamamı (Sapanca’da), 30)Hüseyin Bey Hamamı (Kayseri’de), 31)Sarı Kürz Hamamı (İstanbul’da), 32)Hayreddin Paşa Hamamı (Zeyrek’te), 33)Hayreddin Paşa Hamamı (Karagümrük’te), 34)Yakub Ağa Hamamı (Tophane’de), 35)Haydar Paşa Hamamı (Zeyrek’te), 36)İskender Paşa Hamamı, 37) Odabaşı Behruzağa Hamamı (Şehremini’de), 38) Kethüda Kadın Hamamı (Akbaba’da), 39) Beykoz Hamamı, 40) Emir Buhari Hamamı (Edirnekapı dışında), 41) Hamam (Eyüp’te), 42) Dere Hamamı (Eyüp’te), 43)Salih Paşazade Hamamı (Yeniköy’de), 44)Sultan Süleyman Hamamı (Mekke’de), 45) HayreddinPaşa Hamamı (Tophane’de), 46)Hayreddin Paşa Hamamı (Kemeraltı’nda), 47)Rüstem Paşa Hamamı (Cibali’de), 48) Valide SultanHamamı (Üsküdar’da).


4-)Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk
Örnek:Bu şüphe, bu hayal sukutu beni çok geçmeden sert ve mutaassıp bir milliyetçiliğe atacaktı. Y. K. Karaosmanoğlu


5-)Bk. ulusçuluk


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?

Bu kelime Dini bir Terimidir.

Dil
Anlamı
İngilizcesi İngilizce
Chauvinistic.
İngilizcesi İngilizce
Nationalism.
İngilizcesi İngilizce
Nationalism ulusçuluk.

  • Seçimlerin ağırlık merkezi hamaset ve Milliyetçilik İsrail seçim sürecinde İsrail iç siyasetindeki akıl tutulması, apartheida doğru gidişin hızlanması, kimlik siyasetinin siyasa tartışmalarının yerini alması gibi tartışılan konular iyice berraklaştı.

Sizde içinde Milliyetçilik kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Milliyetçilik kelimesi anlamı 193 defa okunmuştur. [242256] Milliyetçilik kelime anlamı, Milliyetçilik nedir, Milliyetçilik ne demek, Milliyetçilik sözlük anlamı

Paylaş