Ruh Nedir

Ruh Nedir ? Ruh Ne demek ?

1-)Alm. Seele (f), Fr. Ame (f), İng. Soul, Spirit. İnsanda, aklın erdiği bilgileri anlayan, his (duygu) organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idare eden, kullanan ve kendisi parçalanmayan bir cevher, varlık. İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalp ismindeki bir kuvvetin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi olan toprak maddeleri, su, hava ve ateş (hararet) ile yine insanda var olan nefis ve kalp kuvvetlerini bir arada tutan, çalıştıran kuvvet de, ruhtur. Kalbi (yürek başkadır), insani ruhu ve nefsi olmadığından hayvanlar, içgüdü (sevk-i tabii) ile hareket ederler (Bkz. İçgüdü). İnsanlarda olduğu gibi nebatların (bitkilerin) ve hayvanların da kendilerine göre ruhları vardır. Bu bakımdan ruh, üçe ayrılır:

1. Bitkisel ruh: Her canlıda vardır. Doğma, büyüme beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini “bitkisel ruh” yapar. Bu işler, insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde de olmaktadır. İşlerin nasıl yapıldığı tabiat bilgisi (biyoloji) derslerinde öğretilmektedir. Büyüme, bütün hayat boyunca yapılmaz. Belli bir miktara vardıktan sonra, bu iş durur. Bu miktar, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zamandaki miktardır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme, ölünceye kadar devam eder. Çünkü gıda alınmadan yaşanamaz.

2. Hayvani ruh: Buna “can” da deni. Hayvanlarda ve insanlarda, bitkisel ruh bulunduğu gibi hayvani ruh da vardır. Bunun yeri yürektir.

İstekli hareketleri yaptıran bu ruhtur. Hayvani ruh, latif bir madde olup, menbaı (kaynağı) cismani kalbin (yüreğin) boşluğudur, içidir. Atardamarlarla bütün bedene yayılır. Damarlar içinde bedende dolaşır; nurlarını ulaştırır. Nurların, parlaklığı ev içinde dolaşan bir kandile benzetilerek açıklanabilir. Latif bir buhardır. Kalbin hararetinden, kaynamasından çıkar. Buna ait bilgiler, insan vücudunu konu eden tıp ilminin, mütehassıs doktorların işidir. Bu ruhun bedenden ayrılması, bedenin ölümüdür.

3. İnsani ruh: İnsanlarda ayrıca bir ruh daha vardır ki, “ruh” deyince yalnız bu anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu ruhtur. Ruh, insanda olan bilici ve idrak edici bir latifedir. Bu, insanın hakikatıdır, kendisidir. İnsanı bilen, tanıyan odur. Ahirette, Allahü tealaya muhatab olacak odur.

İnsanın ruhu, kendi hülasasıdır, özüdür. Allahü teala insanın ruhunu, bilinemez olarak yarattı. Bu ruh, madde değildir, mekansızdır. Ruh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar, madde değildir. Yer kaplamazlar. Böyle olmakla birlikte, her yerde vardırlar, denir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü tealanın alem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. Bunun gibi, öleni varlıkta durduran Allahü tealadır. Allahü teala, bedeni, ruh vasıtası ile diri tutmaktadır. İnsana gelen her feyiz, önce ruha gelir. Ruhtan bedene yayılır.

İnsanda, ruh ve nefis ayrıdır (Bkz. Nefis). Dinde ruh adı verilen varlığa, eski Yunan filozofları ve onların taklitçileri “nefs-i natıka” veya kısaca “nefis” de demişlerdir. Halbuki, tasavvuf ve ahlak bilgilerinin mütehassısı İmam-ı Rabbani, nefsin, kalbin ve ruhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve “nefs-i natıka”, nefsin ismi olduğunu bildirmektedir. İsra suresi 85’inci ayetinde mealen; “Sana ruhtan soruyorlar. Ruh, Rabbinin yarattığı varlıklardan biridir, diye cevap ver!” buyruldu. Ruhun ne olduğunu anlatmak ve anlamak zordur, hatta imkansızdır. Fakat hassalarını, özelliklerini anlatmak mümkündür. Bunun için İslam alimlerinin çoğu soranlara, ruhun cisim olmadığını, bir cevher-i basit, yani parçalanmayan, ayrılmayan varlık olduğunu söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idare eden, kullanan hep odur. İhlas Holding A.Ş.’nin yayınladığı Müjdeci Mektuplar ve Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitaplarında ruh hakkında geniş bilgi vardır.

Ruhun varlığı meydanda olup, ispat etmeye bile lüzum yoktur. Şöyle ki, insana en belli olan şey, kendi kendini tanımasını, bir şeyle ispat etmeye lüzum yoktur. Fakat, ruh madde midir? Madde değil midir. Kendi kendine var mıdır? Başka şeyle mi bulunur? gibi ve daha başka özellikleri ispat edilebilir. Zaten bu özelliklerin çoğu meydandadır. Bu bakımdan denilir ki:

1. Ruh cevherdir. Yani kendisi vardır. Ruha, Farsçada “can” denir. Hayvan ölünce, canı çıktı, denir. Ruhu bedenden ayrıldı, demektir. Her mahluk (yaratılan varlık), ya cevherdir, yahut araz (özellik, sıfat)dır. Varlıkta kalabilmesi için, başka bir varlığa muhtaç değilse, kendi kendine var ise buna “cevher” denir. Varlıkta kendi kendine durmayıp, başka bir şeye muhtaç ise “araz” veya “sıfat” denir. Madde ve cisim, birer cevherdir. Bir cismin rengi, kokusu, şekli ise arazdır, özelliktir. Renk cisimle vardır. Cisim olmazsa, renk olmaz.

Cevher iki türlüdür: Biri mücerred, yani maddi olmayan varlıktır. Ağırlığı, şekli, rengi ve his organlarına tesiri yoktur. İkincisi maddedir. Mücerred olan cevher, his (duygu) organları ile duyulmaz. Parçalanmaz. Akıl ve ruh böyledir. Madde ise, his olunur, parçalanabilir. Cisim, maddenin şekil almış halidir. Ruhun cevher olduğu birçok yoldan ispat edilmiştir. En kısası şöyledir ki, araz (özellik, sıfat), bir cevher üzerinde bulunur. Cevher, arazı taşımaktadır. His olunan, düşünülen herşeyi ruh almakta, taşımaktadır. Bunun için ruh, cevherdir, araz değildir. Araz, araz üzerinde de bulunabilir. Mesela, sür’at, yani hız, harekette bulunur diyerek, bu ispatı kabul etmeyenler de vardır.

2. Ruh, basittir. “Basit” demek, parçalanamaz, ayrılamaz demektir. Bunun karşılığı, bileşik, yani “mürekkeb” olmaktır. Ruhun basit olduğu şöyle anlaşılır ki, basit olduğu bilinen şeyi, ruh kavramaktadır. Ruh, bileşik olsaydı, parçalanabilseydi, basit olan birşey bunda yerleşmezdi. Çünkü ruh parçalanırsa, bunda yerleşen basit şey de parçalanmak lazım gelir. Basit olan şey ise parçalanamaz.

3. Ruh, cisim değildir. Eni, boyu, yüksekliği olan cevhere, yani şekil almış maddeye cisim denir. Cisimde yerleşen şeylere “cismani” denir. Araz, yani özellikler, cisimlerde bulundukları için cismanidirler.

4. Ruh, anlayıcıdır ve idare edicidir. Ruh evvela kendini bilir. Kendini bildiğini de bilir. Göz vasıtasıyle renkleri, kulakla sesleri kavrar. Sinirleri çalıştırır. Kasları hareket ettirir. Böylece bedene iş yaptırır. Böyle işlere ihtiyari yani istekli işler denir.

5. Ruh, his organları ile duyulmaz. Cisim ve cismani olan şeyler his olunur. Ruh, cisim ve cismani olmadığı için his olunmaz.

Ruh ölümsüzdür: İnsan ölünce, ceset çürüyünce ruh yok olmaz. Ölmek, ruhun bedenden ayrılması, demektir. Ruh bedenden ayrılınca, maddi olmayan aleme karışır. Hiç yok olmaz. Bütün dinler, felsefeciler ve müteassıb olmayan fen adamları böyle söylemiştir. Yalnız tabiatçılardan (materyalistlerden) pek az kısmı bu söz birliğinden ayrılmış ve yanlış bir yola sapmışlardır. Bunlar, Allahü tealanın yeryüzünde, en şerefli varlık olarak yarattığı insanı, çöldeki otlara benzettiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur. Ruhu, ebedi kalmaz dediler. Böyle söyledikleri için “Haşaşi”ler, yani “Otçular” adıyla anıldılar. Felsefeciler ve bütün din adamları bu otçuların bozuk düşüncelerini çeşitli delillerle çürüttüler.

Allahü teala, bugün bilinen 104 elementi yaratmış, bunlardan herbirine başka başka özellikler vermiştir. Her element atomlardan yapılmıştır. Her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmıştır. Atomların yığılmasından molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik bileşikleri ve hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmıştır. Bunların herbirinde, akılları şaşırtan, incelikler, kanunlar, düzenler vardır. Mesela, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmiştir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış alemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve düzenden biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük, bilici, yapıcı olan Allahü teala, bu sayısız düzenleri yaratarak, beden makinasını otomatik olarak çalıştırmaktadır. Ruh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir arıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücudunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hasıl olacak bir arıza da, ruhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyada hiçbir makina, hiçbir motor süresiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir genel kanundur. Vücut makinası da, bu kanuna uyarak, yıpranıyor, çürüğe ayrılıyor. İnsan mezarda çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplar tesiriyle parçalanarak, karbondioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bu parçalanma, fizik ve kimya olaylarıdır. Fizik ve kimya reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir.

İnsan bedeninin yapısında bulunan maddeler, topraktan, sudan ve havadan gelmektedir. Canlıların ihtiyaç maddeleri, bu üç kaynaktan hasıl olmaktadır. İnsan çürüyünce, hasıl olan maddeler, yine bu üç yere dağılıyor.

Ruh da, melekler de, terakki etmez; yükselmez. Yaratıldığı şekilde kalır. Ruh, bu bedenle birleşince, terakki etmek, yükselebilmek özelliğini kazanıyor. Bedene gelen ruh, yaratıldığı gibi kalmıyor. Yani kıymetleniyor, yükseliyor. Yahut inkar etmek ve günah işlemek sebepleriyle, alçaklaşıyor, harap oluyor.

Bu dünyada her cisim belirli özellikleriyle tanınmaktadır. Her cisim, elementlerin ve bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikten bileşiğe geçerek yer değiştirmekte, her cismin yapısı bozularak, özellikleri yok olmakta, başka özellikte, başka cisim haline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla değişmekte, yok olup, başka cisim hasıl olmaktadır. Eskiden maddeye “heyula”, cisme, yani maddenin şekil almasına “suret” diyorlardı.

Ruh parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmediği, yani mücerred olduğu için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Halbuki, fizik olaylarında cisimlerin şekli ve hali değişiyor. Mesela su, ısı enerjisi alınca buhar oluyor. Sıvı haldeyken gaz haline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimya tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka madde var oluyor. Fizik olayında cisim değişiyor. Madde değişmiyor. Kimya değişmesinde, cisim yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor. Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji haline dönüyor.

Ruh, bir sanat sahibi kimseye benzer. Beden, bu kimsenin elindeki sanat aletleri gibidir. Ruh, bir süvari, binici kimseye de benzer. Beden, bunun atı gibidir. İnsanın ölmesi, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bu da, sanat adamının aletlerinin yok olmasına, binicinin hayvanının elinden gitmesine benzer.

Ruhun kuvvetleri: Ruhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir.

A) Hayvani ruhun müdrike ve hareket kuvvetleri vardır.

1. Müdrike kuvveti: İdrak edici, anlayıcı kuvvettir. Bu anlama iki yolla olur. Görünen ve görülmeyen (iç) organların anlamasıdır. Görünen duygu organları beştir. Bunlar, göz, kulak, burun, dil ve deridir. Görünmeyen duygu organları da beştir. Bunlar da müşterek his, hayal, vahime, hafıza ve mutasarrıfadır.

Müşterek his, duygu organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen dış etkilerin hepsi, beynin önünde toplanarak meydana gelir.

Hayal, müşterek his olarak toplanıp anlaşılan duygular, beynin birinci boşluğunun önünde saklanır ve bir cisme bakınca bu cisim müşterek histe duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince müşterek histe duygu kalmaz. Fakat hayale gelen duygu uzun zaman kalır. Hayal olmasaydı, herkes birbirlerini unutur, kimse kimseyi tanımazdı.

Vahime, görünen his organları ile duyulmayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen manaları anlar. Mesela düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülür, hissedilir. Bu kimselerden dostluğu, düşmanlığı anlayan iç kuvvete vahime denir. Vahime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı.

Hafıza, vahimenin anladığı manaları saklar.

Mutasarrıfa da, anlaşılan duyguları ve manaları karşılaştırıp, yeni manalar elde eder. Mesela, zümrüdden bir dağ ve gümüşten bir ağaç düşünür. Şairlerde bu kuvvet çok gelişmiştir.

2. Hareket kuvveti: İki türlüdür. Birincisi “Şehevi” kuvvettir. İnsan ve hayvanlar şehvet kuvvetleriyle, kendilerine tatlı gelen ve muhtaç oldukları şeyleri isterler. Bunlara “Behimi” (hayvani” kuvvet de denir. İkincisi, “Gazabi” kuvvettir. Bu kuvvetle, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri def ederler, kovarlar. Bunlara “canavar” kuvvetler de denir.

Hareket kuvvetleri, müdrike kuvvetlerine muhtaçtır. Çünkü önce duygu organları ile, iyi veya kötü olduğu anlaşılmalıdır ki, istenebilsin veya atılsın. Bütün bu duyguların ve hareketlerin hepsi sinirlerle yapılmaktadır.

B) İnsan ruhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu ruhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bilici ve yapıcı bu kuvvetlerle hayvandan ayrılır. Bu iki kuvvet şunlardır:

1. Bilici kuvvet (kuvve-i alime): Buna “Nutuk” veya “Akıl” da denir. Bu kuvvet ikiye ayrılır. Biri, tecrübi ilimleri, yani fen bilgilerini elde etmeye yarayan kuvvettir. İkincisi, ahlak ilimlerine alim olan, bilen kuvvettir. Fen bilgileri edinen kuvvet, maddenin hakikatını anlamayı sağlar. Ahlak bilgileri edinen kuvvet, iyi huyları ve faydalı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır.

2. Yapıcı kuvvet (kuvve-i amile): Faydalı, başarılı işlerin yapılmasını sağlar. Bilici kuvvetlerle elde edinilen bilgilere göre iş yapar. Hayvan ruhundaki hareket kuvvetleri, vahime kuvvetlerinin iyi bulduklarını çekerdi, çirkin bulduklarını iterdi. İnsan ruhunun yapıcı kuvveti, akla dayanır. Bir işte iyilik, fayda olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan, zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz veya def eder. Hayvani ruhun, şehevi ve gazabi kuvvetlerini de idare eder.

Çok kimse vardır ki, çok işlerini nefsin veya hayvani ruhun kuvvetlerine tabi olarak yapar. Yani vehim ve hayalle yaparlar.

İmam-ı Muhammed Gazali ve tasavvuf büyüklerinden bir kısmı buyurdu ki:

“Ruhun bu kuvvetleri, meleklerdir. Allahü teala, lutuf ve merhamet ederek, melekleri ruhun emrine vermiştir. Küçük kıyamet kopuncaya kadar, yani ruh bedenden ayrılıncaya kadar, ruhun emrinde kalırlar. Hadis-i şeriflerde de buna işaretler vardır. Bazı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de, bunu göstermekdedir” İnsanın kemale gelmesi, yükselmesi, saadete kavuşması, ruhun iki kuvvetiyle olur.

Ruhların hazır olması: Ruhta, bedenden ayrıldıktan sonra, yeni bir anlayış, dirilerin hallerini ve bilhassa dünyadayken tanımış oldukları kimselerin hallerini anlamak kuvveti hasıl olmaktadır. Bundan dolayı velilerin kabirlerini ziyaret etmek ve onların mübarek ruhlarından yardım dilemek (istigase etmek) ile, iyiliklere kavuşulmakta ve zararlardan kurtulmak mümkün olmaktadır.

Ruhun, bedenden ayrıldıktan sonra, bedenle ve bedenin bulunduğu toprakla alakası, ilgisi vardır. Bir kimse, bu toprağı ziyaret eder ve velinin ruhuna teveccüh ederse, ikisinin ruhları buluşurlar ve birbirlerinden faydalanırlar.

İnsanın ruhu; bedenden ayrılıp, dünya ile alakası kesilince, melekler alemine gider. O aleme mahsus kuvvetler kendinde hasıl olur. Birçok şeyler yapabilir. İnsan, hocasını rüyada görüp, bilmediklerini sorup öğrenebilir. Ruhu olgun, nefsi pak ve tesiri kuvvetli bir velinin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o topraktaki veli düşünülür ise, ruhu o toprağa bağlanır. Gelen insanın ruhu ile velinin ruhu buluşmuş olur. Bu iki ruh, karşılıklı iki ayna gibidir. Her birinde olan manevi haller, olgunluklar ötekine akseder, yansır. İkisi de çok faydalanır. Evliyanın kabirlerini ziyaret edene, onları anladığı ve bağlandığı miktarca fayda hasıl olur. Onların kabirlerinden, çok fayda elde edilir. Fakat, ruhlarına bağlanmak, daha faydalıdır. Çünkü uzak ve yakın olmanın bunda bir tesiri yoktur.

Tenasüh (reenkarnasyon) yoktur: Ruhun bağlı olduğu bir bedenden ayrılıp canlılık ve hareket meydana getirmek üzere başka bir bedene geçmesine tenasüh denir. Tenasühün aslı yoktur. Çünkü her beden için bir ruh vardır. Ölen bir insanın ruhu, yeni doğan başka bir çocuğa geçmez. Eski felsefecilerin ve şimdiki spritizmacıların, medyumların iddiası olan tenasühü İslamiyet reddetmektedir. Tenasühe inanmak, ölenin kabirde azap veya mükafat görmesini ve kıyametin kopup bedenlerin ruhları ile birlikte haşr ve neşr olmasını, Cennet ve Cehenneme götürülmesini inkar etmek olur. Bu ise, İslamiyete inanmamak demektir.


2-)RUH



İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddi olmayan, ölümsüz varlık. Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb. anlamları vardır.

Ruh kavramının, insanın yaşam ve var oluşuyla ilişkilendirilmiş bir şekilde tarih boyunca üzerinde durulmuş, mahiyeti hakkında çeşitli açıklamalar getirilmiş ve tezler ileri sürülmüştür. Ancak, ruhun madde dışı bir yapıya sahip olması onun tanımlanmasını imkansız kılmakta ve ileri sürülen görüşleri askıda bırakmaktadır.

Bazılarına göre ruhlar latif cisimlerdirler ve vücuttaki damarlar vasıtasıyla bedende dolaşan ve ona hayatiyet kazandıran havai varlıklardırlar. Pnevma denilen ve maddi olarak düşünülen ruh, birçok felsefi ekole göre bedeni sadece ayakta tutan hayat kuvvetinden ibaret sayılmayıp, bizzat nefsin kendisidir (Paul Janet-Gabriel Seaille s, Metalib ve Mezahib, çev. M. Hamdi Yazır, İstanbul 1978, 145; ayrıca bk. Ali et-Tehanevi, Keş-Şafu İstilahatı'l-funun, İstanbul 1984, I, 541). Bununla birlikte çok eskilerden beri, maddi özelliklerden tamamen somutlanmış bir ruh kavramının varlığı değişik topluluk ve kültürlerce kabul görmüştür. İnsanlık tarihi boyunca, cismani cesetten farklı, onun içine yerleşmiş maddesiz ve ölümsüz bir varlığın bulunduğuna inanılmıştır.

İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevkeden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah'dan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür. Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere meyletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi. İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yettiremeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu. Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir. İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde ruhi bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır.

Ruh konusunda tarih boyunca temelde iki akım sürekli karşıt doktrinler geliştirerek düşüncelerini ispatlamaya çalışmışlardır. Bunlardan biri, maddi alemin dışında maddesiz, manevi bir alemin ve bu aleme mensup varlıkların mevcudiyetini kabul edenlerin oluşturduğu grup; diğeri de madde dışında başka bir varlığı tanımayan eski tabirle Maddiyyün denilen Materyalistlerin oluşturduğu ekol. Ancak ruhun varlığını kabul eden din ve düşünceler, onun tanımlanması ve mahiyeti hakkında birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmuşlardır.

Eski Mısırlılarda ve Çinlilerde ikili bir ruh inancı hakimdi. Mısırlılar, ölümden sonra ruh (soluk)'un birinin cesedin yanında kaldığına, tinsel (ruhi) olan diğerinin de ölüler diyarına gittiğine inanmaktaydılar. Çinliler ise insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir ruh yanında, ölümden sonra da yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir ruhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar. Hintliler ise öldürdükleri düşman savaşçılarının sağ ellerini keserlerdi. Böylece inançlarına göre ölüm sonrası yaşamlarında silah kullanmaları engellenmiş olurdu.

Yunan felsefesinde ruh kavramının içerdiği anlam, dönemlere ve felsefe akımlarına göre değişiklikler göstermiştir. Epikuroscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, ruhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı. Batı felsefesinde ruh üzerindeki tartışmalar ortaçağ ve sonrasında devam etmiştir.

Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur. Mesela, Allah bir ruh olarak telakki edilir ve Ruhul-Kudüs (Cebrail), teslis inancının bir unsuru olarak Allah'a şirk koşulur. Öte taraftan, İnsanlara ait ruhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır. Mesela, İncil'de "Ruh, rüzgar gibi, istediği yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (bk. P. Janet-G. Seailles, a.g.e., 148) denilmektedir.

Bazı dinlerde, ölümsüz olan ruhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır. Ruh göçü (tenasuh) adıyla anılan bu inanışa göre, ölen bir kimsenin ruhu tekrar başka bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böylece sürüp gider. Hint inançlarında yer etmiş olan bu düşünce eski Mısır'da da oldukça yaygındı. Onlara göre, kötü ruhlar hayvan bedenlerine hulül ettirilerek iyileşip iyileşmedikleri denenir, iyi ruhlar ise üç bin yıllık bir cennet yaşamından sonra yeniden dünyaya dönerler. Cesedlerin mumyalanmasının sebebi, yeniden dünya yaşamına dönecek olan ruhların kendi bedenlerini bulmalarını sağlamaktır. Bu ilkel ruh göçü inancı günümüzde de kendisine taraftar bulabilmekte ve bazı toplumlarda kitle inancı şeklinde varlığını sürdürmektedir.

Eski batı toplumlarının çoğu ruh göçü inancına sahip olmuşlardır. Antik Yunan filozoflarından Pythagoras, ruh göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için ruh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi. Ruh kavramı hakkında tarih öncesi devirlerden beri süregelmekte olan ve her çağda üstüne yeni bir şeyler eklenen nazariyelerin birer hayal ürünü ve vehimden ibaret olduğu bir gerçektir. (bk. Tenasüh mad.).

Allah Teala, Hz. Adem'le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybi meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı aleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur'an-ı Kerim'de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahi hikmetin, ruhun hakikatini, Allah'ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz'i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir.

Kur'an-ı Kerim'de ruh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır.

Allah Teala, Hz. Âdem (a.s)'ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi ruhundan üflemiş ve böylece Adem (a.s) hayat kazanmıştır. Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi ruhundan üflemiş ve onu ruh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir: "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O'dur" (es-Secde, 32/7-9); "Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa'd, 38/71-72) Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve ruhun ona üfürülüşü hak. ayrıca bk. Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ). İsa (a.s)'ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de ruh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk. Et-Tahrim, 66/12). İsa (a.s) bundan dolayı ruhullah (Allah'ın ruhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk. Buhari, Tefsiru Sure, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b. Hanbel, III, 368).

Yine ruh kelimesi Cebrail (a.s)'ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur'anı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "...Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile te'yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'an-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195).

Bazı ayetlerde de ruh kelimesi ile Allah, Teala'nın vahyi, yani ayetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek..." (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk. el-Mü'min, 40/15; eş-Şura, 42/52).

Dört ayette ruh, Allah Teala'nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü'min, 40/15; eş-Şura, 42/52). Ruhu Allah'ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;

"Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar. De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O'nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki ayet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Müfessirler bu ayette ruhtan Cebrail'in, İsa (a.s)'ın, Kur'an'ın ve Hz. Ali (r.a)'a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu ayette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubi, el-Cami li Ahkamil-Kur'an, Beyrut 1966, X, 323-324; Fahreddin er-Razi, Tefsirül-Kebir, XXI, 36). Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmesinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah'tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk. Kurtubi, aynı yer).

Er-Razi, ruhun; mahiyetinin kadim veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra baki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb. açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teala'nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki ayeti indirdiğini söylemektedir (er-Razi, a.g.e., XXI, 37). Evet, ruhun yaradılışının Allah Teala'nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubi, aynı yer).

Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır. Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır. Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır.

Rasulüllah (s.a.s); Âllah'ın peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir. Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Razi, a.g.e., XXI, 41).

Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb. yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu ayete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı alimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır. Alusi, ruhun ulvi (yüce), nurani ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir. Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir. Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir. O, ne hululü ve ne de ayrılmayı kabul etmez. Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir. İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir.

Kur'an-ı Kerim'de; "Rabbın, Ademoğlunun sulblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin " diye cevap vermişlerdi. Bu kıyamet gününde, 'Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir" (el-A'raf, 7/172) mealindeki ayetin tefsirinde alimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teala'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Tirmizi'nin naklettiği bir hadiste Rasulüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala, Adem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teala'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür...” (İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim tefsiri, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135). Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teala Adem'in sülbünden Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup;

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz. " (İbn Kesir, a. g. e. , VII, 3133).Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (a.s)'ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey b. Ka'b'dan gelen bir rivayette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış." ayeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teala, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu... (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3136-3147). Bu rivayetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelama muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3145).

Rasulüllah (s.a.s)'den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buhari, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalani, Fethul-Bari, Mısır 1959, VII, 179-180). Bedrüddin el-Ayni, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:

"Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Kari, Mısır 1972, XII, 371). Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (a.g.e., aynı yer). Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakalı ayet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teala'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar.

Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülatı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur. Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek gönderir. Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şaki ve sa'id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür..." (Buhari, Enbiya, I). Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I).

Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz. Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir. Berzah alemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teala bilmektedir. Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyamet, 26) hadisi bildirmektedir.

Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir.

Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) ayet buna delalet etmektedir. Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alu İmran, 3/185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

Bazı alimler; "Sur'a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) mealindeki ayete dayanarak; kıyamet gününde Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir. Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu doğru değildir. Çünkü Allah Teala; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır. Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir. Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen ayete ters düşmektedir.

Kurtubi'nin hocası olan Ahmed b. Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir. Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.

Sur'a üflendiği zaman, henüz dünyada bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sur'un dehşetinden düşüp bayılırlar. Ruhların içinde Hz. Musa'dan sonra ilk ayılan Hz. Peygamber (s.a.s) olacaktır (Buhari, Tefsir, 9; Müslim, Fedail, 10, 161, 162).

Bazı düşünürlere göre, ruh maddeden ayrı olup; ne alemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bir şekli, biçimi ve kişiliği yoktur. Kimilerine göre ise, ruh, bedenin arazlarındandır. Ruhlar ancak beden ile birbirinden ayırdedilebilirler. Bedenin ölümünden sonra ruh tamamen yok olur. Görüldüğü gibi ileri sürülen bu görüşler birer faraziye niteliğinde olup, dayanaktan yoksundurlar. Bu tür gaybi meselelerle alakalı sağlıklı bilgiler, ayet ve hadislerde verilen bilgilerle sınırlıdır.

Ayet ve hadislerde öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir: "Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zalimler melekler, ellerini uzatmış "Nefislerinizi çıkarınız" (derlerken) onların halini görsen” (el-En'am, 6/93); "Ey mutmain olan nefis! Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, Cennetime gir" (el-Fecr, 89/27-30); Bu nasslar ruhun bir kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedirler. Yine bir ayeti kerimede "Nefse ve onu şekillendirene and olsun” (eş-Şems, 91/97) buyurularak, nefsin düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konulmaktadır.

Anlaşıldığına göre, muhtemelen ruh, bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında insanoğlunun hiç bir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir, olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpranır fakat ruh, zamanın yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibadetleri ruhu güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir. İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: "Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzeltmiştir. Beden ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabiliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka bir şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha; "Ey mutmain nefis, çık!" diye hitab edilir. Kötü bedende olan ruha da "Ey habis nefis, çık" denilir. Yüce Allah "Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularından (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir..." (ez-Zümer, 39/42) ayetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ölenin gözü, alınan ruhunun ardından bakakalır" demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yer yüzünde benzeri görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir arazdan ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü arazın kokusu olmaz, arazın elinden de tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu gösterir" (İbn Kayyim, Kitabu'r-Ruh, s. 46-47).

Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selamlamakta, nihayet, Rabbin huzuruna sokulmaktadırlar:

"Mü'minin ruhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Sema ehli "Güzel bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salat eylesin " derler. Peşinden onu Rabbine (c.c) götürürler. Sonra "Bunu hududun sonuna kadar götürün" buyurur. Kafirin ruhu çıktığı vakit, sema ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi" derler ve "Bunu hududun sonuna kadar götürün denilir" (Müslim, Cenne, 17). İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak daha nurlu olmakta, ibadeti vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır.

Yine hadislerden öğrendiğimize göre iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip, Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların, başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar, birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhafaza ederler.

İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir. Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun, kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları bedenin ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü'min ve kafirin bedenleri birbirine benzer ama, ruhları farklıdır. İki öz kardeş bedence birbirine benzerler, fakat ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden ayrılınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya çıkar.

Yüce ruhlar -ki melaikelerdir- bir beden içinde bulunmadan birbirinden ayırdedildiğine, cinler de yine birbirinden farklı olduklarına göre; bir beden içinde gelişen insan ruhları da elbette birbirinden ayrıdırlar ve ayırdedici özelliklerini korurlar (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu'r-Ruh).

Akaid kitapları genellikle ruhun, kabirde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç "Gerçekten ölü kabrine konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini pekala işitir" (Müslim, Cenne, 17) şeklinde rivayet edilen hadise istinat etmektedir. Bu konuda İslam alimlerinin görüşleri şu şekildedir:

a) Ruh, kabirde cesede girecektir. b) Cesetten ayrılan ruh, kabirde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.

c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiç bir zaman cesede girmeyecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabirlerde cesedlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun, kabirde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü irtibatı (ilişkisi) vardır. Kabirde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü ruhun bedene döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırmaktadır. (bk. el-Cevahir fi Tefsiril-Kur'an, IX, 117).

Ruh hakkında ayet ve hadisler dışında ileri sürülen bütün görüşler kabule ve redde açıktır. Çünkü mutlak bilgi anlamında bir bağlayıcılıkları bulunmamaktadır.

"Sana ruh'tan sorarlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) ayetindeki ruhtan, insanı canlı kılan ruhun kastedilmediğini ve dolayısıyla, insanın ruhu hakkında alimlerin konuşmalarının caiz olduğunu ileri sürenlerin, ruh hakkında ortaya koymuş oldukları görüşler, hiç bir zaman ruhun mahiyetinin gerçekliği hakkında ne tatmin edici olmuştur ve ne de aklın ve hayalin ürünü olmaktan ileri gitmiştir. Çünkü bilgi verilmeyen konu, tamamıyla gayb alemiyle alakalıdır ve gayba dair bilgileri de Allah'tan başka kimsenin bilmesi söz konusu değildir.

Ruh Çağırma Ruhun varlığını kabul eden fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurulabileceğini ve böylece, gayb aleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehaletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teala'nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmesinin mümkün olduğuna inanmanın hiç bir dayanağı yoktur.

Ömer TELLİOĞLU


3-)

İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddi olmayan, ölümsüz varlık. Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb. anlamları vardır.

Ruh kavramının, insanın yaşam ve var oluşuyla ilişkilendirilmiş bir şekilde tarih boyunca üzerinde durulmuş, mahiyeti hakkında çeşitli açıklamalar getirilmiş ve tezler ileri sürülmüştür. Ancak, ruhun madde dışı bir yapıya sahip olması onun tanımlanmasını imkansız kılmakta ve ileri sürülen görüşleri askıda bırakmaktadır.

Bazılarına göre ruhlar latif cisimlerdirler ve vücuttaki damarlar vasıtasıyla bedende dolaşan ve ona hayatiyet kazandıran havai varlıklardırlar. Pnevma denilen ve maddi olarak düşünülen ruh, birçok felsefi ekole göre bedeni sadece ayakta tutan hayat kuvvetinden ibaret sayılmayıp, bizzat nefsin kendisidir (Paul Janet-Gabriel Seaille s, Metalib ve Mezahib, çev. M. Hamdi Yazır, İstanbul 1978, 145; ayrıca bk. Ali et-Tehanevi, Keş-Şafu İstilahatı'l-funun, İstanbul 1984, I, 541). Bununla birlikte çok eskilerden beri, maddi özelliklerden tamamen somutlanmış bir ruh kavramının varlığı değişik topluluk ve kültürlerce kabul görmüştür. İnsanlık tarihi boyunca, cismani cesetten farklı, onun içine yerleşmiş maddesiz ve ölümsüz bir varlığın bulunduğuna inanılmıştır.

İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevkeden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah'dan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür. Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere meyletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi. İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yettiremeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu. Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir. İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde ruhi bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır.

Ruh konusunda tarih boyunca temelde iki akım sürekli karşıt doktrinler geliştirerek düşüncelerini ispatlamaya çalışmışlardır. Bunlardan biri, maddi alemin dışında maddesiz, manevi bir alemin ve bu aleme mensup varlıkların mevcudiyetini kabul edenlerin oluşturduğu grup; diğeri de madde dışında başka bir varlığı tanımayan eski tabirle Maddiyyün denilen Materyalistlerin oluşturduğu ekol. Ancak ruhun varlığını kabul eden din ve düşünceler, onun tanımlanması ve mahiyeti hakkında birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmuşlardır.

Eski Mısırlılarda ve Çinlilerde ikili bir ruh inancı hakimdi. Mısırlılar, ölümden sonra ruh (soluk)'un birinin cesedin yanında kaldığına, tinsel (ruhi) olan diğerinin de ölüler diyarına gittiğine inanmaktaydılar. Çinliler ise insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir ruh yanında, ölümden sonra da yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir ruhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar. Hintliler ise öldürdükleri düşman savaşçılarının sağ ellerini keserlerdi. Böylece inançlarına göre ölüm sonrası yaşamlarında silah kullanmaları engellenmiş olurdu.

Yunan felsefesinde ruh kavramının içerdiği anlam, dönemlere ve felsefe akımlarına göre değişiklikler göstermiştir. Epikuroscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, ruhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı. Batı felsefesinde ruh üzerindeki tartışmalar ortaçağ ve sonrasında devam etmiştir.

Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur. Mesela, Allah bir ruh olarak telakki edilir ve Ruhul-Kudüs (Cebrail), teslis inancının bir unsuru olarak Allah'a şirk koşulur. Öte taraftan, İnsanlara ait ruhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır. Mesela, İncil'de "Ruh, rüzgar gibi, istediği yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (bk. P. Janet-G. Seailles, a.g.e., 148) denilmektedir.

Bazı dinlerde, ölümsüz olan ruhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır. Ruh göçü (tenasuh) adıyla anılan bu inanışa göre, ölen bir kimsenin ruhu tekrar başka bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böylece sürüp gider. Hint inançlarında yer etmiş olan bu düşünce eski Mısır'da da oldukça yaygındı. Onlara göre, kötü ruhlar hayvan bedenlerine hulül ettirilerek iyileşip iyileşmedikleri denenir, iyi ruhlar ise üç bin yıllık bir cennet yaşamından sonra yeniden dünyaya dönerler. Cesedlerin mumyalanmasının sebebi, yeniden dünya yaşamına dönecek olan ruhların kendi bedenlerini bulmalarını sağlamaktır. Bu ilkel ruh göçü inancı günümüzde de kendisine taraftar bulabilmekte ve bazı toplumlarda kitle inancı şeklinde varlığını sürdürmektedir.

Eski batı toplumlarının çoğu ruh göçü inancına sahip olmuşlardır. Antik Yunan filozoflarından Pythagoras, ruh göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için ruh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi. Ruh kavramı hakkında tarih öncesi devirlerden beri süregelmekte olan ve her çağda üstüne yeni bir şeyler eklenen nazariyelerin birer hayal ürünü ve vehimden ibaret olduğu bir gerçektir. (bk. Tenasüh mad.).

Allah Teala, Hz. Adem'le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybi meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı aleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur'an-ı Kerim'de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahi hikmetin, ruhun hakikatini, Allah'ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz'i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir.

Kur'an-ı Kerim'de ruh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır.

Allah Teala, Hz. Âdem (a.s)'ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi ruhundan üflemiş ve böylece Adem (a.s) hayat kazanmıştır. Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi ruhundan üflemiş ve onu ruh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir: "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O'dur" (es-Secde, 32/7-9); "Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa'd, 38/71-72) Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve ruhun ona üfürülüşü hak. ayrıca bk. Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ). İsa (a.s)'ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de ruh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk. Et-Tahrim, 66/12). İsa (a.s) bundan dolayı ruhullah (Allah'ın ruhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk. Buhari, Tefsiru Sure, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b. Hanbel, III, 368).

Yine ruh kelimesi Cebrail (a.s)'ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur'anı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "...Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile te'yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'an-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195).

Bazı ayetlerde de ruh kelimesi ile Allah, Teala'nın vahyi, yani ayetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek..." (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk. el-Mü'min, 40/15; eş-Şura, 42/52).

Dört ayette ruh, Allah Teala'nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü'min, 40/15; eş-Şura, 42/52). Ruhu Allah'ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;

"Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar. De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O'nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki ayet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Müfessirler bu ayette ruhtan Cebrail'in, İsa (a.s)'ın, Kur'an'ın ve Hz. Ali (r.a)'a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu ayette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubi, el-Cami li Ahkamil-Kur'an, Beyrut 1966, X, 323-324; Fahreddin er-Razi, Tefsirül-Kebir, XXI, 36). Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmeşinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah'tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk. Kurtubi, aynı yer).

Er-Razi, ruhun; mahiyetinin kadim veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra baki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb. açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teala'nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki ayeti indirdiğini söylemektedir (er-Razi, a.g.e., XXI, 37). Evet, ruhun yaradılışının Allah Teala'nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubi, aynı yer).

Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır. Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır. Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır.

Rasulüllah (s.a.s); Âllah'ın peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir. Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Razi, a.g.e., XXI, 41).

Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb. yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu ayete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı alimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır. Alusi, ruhun ulvi (yüce), nurani ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir. Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir. Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir. O, ne hululü ve ne de ayrılmayı kabul etmez. Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir. İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir.

Kur'an-ı Kerim'de; "Rabbın, Ademoğlunun sulblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin " diye cevap vermişlerdi. Bu kıyamet gününde, 'Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir" (el-A'raf, 7/172) mealindeki ayetin tefsirinde alimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teala'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Tirmizi'nin naklettiği bir hadiste Rasulüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala, Adem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teala'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür...” (İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim tefsiri, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135). Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teala Adem'in sülbünden Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup;

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz. " (İbn Kesir, a. g. e. , VII, 3133).Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (a.s)'ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey b. Ka'b'dan gelen bir rivayette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış." ayeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teala, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu... (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3136-3147). Bu rivayetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelama muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3145).

Rasulüllah (s.a.s)'den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buhari, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalani, Fethul-Bari, Mısır 1959, VII, 179-180). Bedrüddin el-Ayni, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:

"Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Kari, Mısır 1972, XII, 371). Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (a.g.e., aynı yer). Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakalı ayet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teala'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar.

Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülatı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur. Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek gönderir. Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şaki ve sa'id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür..." (Buhari, Enbiya, I). Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I).

Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz. Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir. Berzah alemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teala bilmektedir. Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyamet, 26) hadisi bildirmektedir.

Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir.

Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) ayet buna delalet etmektedir. Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alu İmran, 3/185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

Bazı alimler; "Sur'a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) mealindeki ayete dayanarak; kıyamet gününde Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir. Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu doğru değildir. Çünkü Allah Teala; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır. Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir. Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen ayete ters düşmektedir.

Kurtubi'nin hocası olan Ahmed b. Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir. Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.

Sur'a üflendiği zaman, henüz dünyada bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sur'un dehşetinden düşüp bayılırlar. Ruhların içinde Hz. Musa'dan sonra ilk ayılan Hz. Peygamber (s.a.s) olacaktır (Buhari, Tefsir, 9; Müslim, Fedail, 10, 161, 162).

Bazı düşünürlere göre, ruh maddeden ayrı olup; ne alemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bir şekli, biçimi ve kişiliği yoktur. Kimilerine göre ise, ruh, bedenin arazlarındandır. Ruhlar ancak beden ile birbirinden ayırdedilebilirler. Bedenin ölümünden sonra ruh tamamen yok olur. Görüldüğü gibi ileri sürülen bu görüşler birer faraziye niteliğinde olup, dayanaktan yoksundurlar. Bu tür gaybi meselelerle alakalı sağlıklı bilgiler, ayet ve Hadislerde verilen bilgilerle sınırlıdır.

Ayet ve Hadislerde öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir: "Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zalimler melekler, ellerini uzatmış ; "Nefislerinizi çıkarınız" (derlerken) onların halini görsen” (el-En'am, 6/93); "Ey mutmain olan nefis! Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, Cennetime gir" (el-Fecr, 89/27-30); Bu nasslar ruhun bir kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedirler. Yine bir ayeti kerimede "Nefse ve onu şekillendirene and olsun” (eş-Şems, 91/97) buyurularak, nefsin düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konulmaktadır.

Anlaşıldığına göre, muhtemelen ruh, bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında insanoğlunun hiç bir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir, olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpranır fakat ruh, zamanın yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibadetleri ruhu güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir. İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: "Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzeltmiştir. Beden ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabıliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka bir şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha; "Ey mutmain nefis, çık!" diye hitab edilir. Kötü bedende olan ruha da "Ey habis nefis, çık" denilir. Yüce Allah "Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularından (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir..." (ez-Zümer, 39/42) ayetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ölenin gözü, alınan ruhunun ardından bakakalır" demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yer yüzünde benzeri görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir arazdan ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü arazın kokusu olmaz, arazın elinden de tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu gösterir" (İbn Kayyim, Kitabu'r-Ruh, s. 46-47).

Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selamlamakta, nihayet, Rabbin huzuruna sokulmaktadırlar:

"Mü'minin ruhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Sema ehli "Güzel bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salat eylesin " derler. Peşinden onu Rabbine (c.c) götürürler. Sonra "Bunu hududun sonuna kadar götürün" buyurur. Kafirin ruhu çıktığı vakit, sema ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi" derler ve "Bunu hududun sonuna kadar götürün denilir" (Müslim, Cenne, 17). İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak daha nurlu olmakta, ibadeti vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır.

Yine Hadislerden öğrendiğimize göre iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip, Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların, başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar, birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhafaza ederler.

İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir. Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun, kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları bedenin ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü'min ve kafirin bedenleri birbirine benzer ama, ruhları farklıdır. İki öz kardeş bedence birbirine benzerler, fakat ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden ayrılınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya çıkar.

Yüce ruhlar -ki melaikelerdir- bir beden içinde bulunmadan birbirinden ayırdedildiğine, cinler de yine birbirinden farklı olduklarına göre; bir beden içinde gelişen insan ruhları da elbette birbirinden ayrıdırlar ve ayırdedici özelliklerini korurlar (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu'r-Ruh).

Akaid kitapları genellikle ruhun, kabırde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç "Gerçekten ölü kabrine konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini pekala işitir" (Müslim, Cenne, 17) şeklinde rivayet edilen hadise istinat etmektedir. Bu konuda İslam alimlerinin görüşleri şu şekildedir:

a) Ruh, kabırde cesede girecektir. b) Cesetten ayrılan ruh, kabırde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.

c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiç bir zaman cesede girmeyecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabırlerde cesedlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun, kabırde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü irtibatı (ilişkisi) vardır. Kabırde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabırde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü ruhun bedene döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırmaktadır. (bk. el-Cevahir fi Tefsiril-Kur'an, IX, 117).

Ruh hakkında ayet ve hadisler dışında ileri sürülen bütün görüşler kabule ve redde açıktır. Çünkü mutlak bilgi anlamında bir bağlayıcılıkları bulunmamaktadır.

"Sana ruh'tan sorarlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) ayetindeki ruhtan, insanı canlı kılan ruhun kastedilmediğini ve dolayısıyla, insanın ruhu hakkında alimlerin konuşmalarının caiz olduğunu ileri sürenlerin, ruh hakkında ortaya koymuş oldukları görüşler, hiç bir zaman ruhun mahiyetinin gerçekliği hakkında ne tatmin edici olmuştur ve ne de aklın ve hayalin ürünü olmaktan ileri gitmiştir. Çünkü bilgi verilmeyen konu, tamamıyla gayb alemiyle alakalıdır ve gayba dair bilgileri de Allah'tan başka kimsenin bilmesi söz konusu değildir.

Ruh Çağırma Ruhun varlığını kabul eden fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurulabileceğini ve böylece, gayb aleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehaletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teala'nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmeşinin mümkün olduğuna inanmanın hiç bir dayanağı yoktur.

 


4-)Dinlerin ve dinci felsefelerin insanda vücuttan ayrı bir varlık olarak kabul ettiği öz, tin.


5-)En önemli nokta, öz
Örnek:Lakin oyunun ruhunu anlamak mümkün değil. M. Ş. Esendal


6-)Esans
Örnek:Bazısı ruh koklatır, bazısı alnına sirke sürer, bazısı kollarını, bileklerini ovuşturur. H. R. Gürpınar


7-)Hayalet, görünmeyecek kadar zayıf kimse
Örnek:Doktor Hikmet, zayıflaya zayıflaya, adeta bir ruh halini almıştı. Y. K. Karaosmanoğlu


8-)Canlılık, duygu
Örnek:Nesri gibi güzel bir ruhu olan Falih Rıfkı Türk gazeteciliğini bir vatan hizmeti telakki etmiş ve kutsi bir vazife gibi ifa ediyor. Y. K. Beyatlı


9-)Bedeni etkin kılan canlılık ilkesi, bedenin hayat gücü.


10-)Bk. tin


11-)Dinlerin ve birtakım ikici felsefe öğretilerinin bedenden ayrı ve ölümsüz bir yaşamı olduğunu ileri sürdükleri varlık.


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 


Dil
Anlamı
İngilizcesi İngilizce
Soul, spirit.
İngilizcesi İngilizce
Spirit.
İngilizcesi İngilizce
Soul.
İngilizcesi İngilizce
Astral body.
İngilizcesi İngilizce
Esprit.
İngilizcesi İngilizce
Aura.
İngilizcesi İngilizce
Psyche.
İngilizcesi İngilizce
Shade.
İngilizcesi İngilizce
Ghost.
İngilizcesi İngilizce
Essence.
İngilizcesi İngilizce
Essential oil.
İngilizcesi İngilizce
Genius.
İngilizcesi İngilizce
Heartbeat.
İngilizcesi İngilizce
İnner man.
İngilizcesi İngilizce
Manes.
İngilizcesi İngilizce
Pith.
İngilizcesi İngilizce
Pith and marrow.
İngilizcesi İngilizce
Animation.
İngilizcesi İngilizce
Cabbage.
İngilizcesi İngilizce
Expression.
İngilizcesi İngilizce
Extract.
İngilizcesi İngilizce
Shadow.
İngilizcesi İngilizce
Zombie.
İngilizcesi İngilizce
Liveliness.
İngilizcesi İngilizce
Vitality.
İngilizcesi İngilizce
Concentrated solution.
İngilizcesi İngilizce
Spunk.
İngilizcesi İngilizce
Tincture.

  • Açıklamada, Mandela’nın genel sağlık durumunun iyiye doğru gittiği ve iyi bir Ruh hali içerisinde olduğu kaydedildi.
  • Steiner, ismi açıklanmayan saldırganın, bir süre önce Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde kaldığını tespit ettiklerini söyledi.

Sizde içinde Ruh kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Ruh kelimesi anlamı 65 defa okunmuştur. [239928] Ruh kelime anlamı, Ruh nedir, Ruh ne demek, Ruh sözlük anlamı

Paylaş