Teşri Nedir

Teşri Nedir ? Teşri Ne demek ?

1-)TEŞRÎ



Kanun koymak, yükseltmek, yol açmak, gemiye yelken yapmak. Arapça "şera'a" fiilinden türetilmiş olup tef'il babından mastardır. Aynı kökten gelen şeriat sözcüğü ise; din, yol, su kaynağına götüren yol, kapı eşiği demektir. İslam şeriatı deyimi ise Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği, temelde kitap, sünnet, icma ve kıyasa dayanan ibadetlere ve insanlar arası ilişkilere ait Allah ve Resulunun koyduğu esasları ifade eder. Şari, şeriat koyan demektir. İslam'da şari', Allah ve Resuludur. İslam toplumuna gerekli kanun ve prensipler temelde bu iki kaynaktan gelir. Bu da vahiy ve sünnetten ibarettir.

Böylece vahiy ve sünnette açıkça yer alan konularda kanun koyma işlemi İslam'ın gelişi ile gerçekleşmiştir.

Hiç kimse bu kanunların yerine başka prensipler belirleme hakkına sahip değildir.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Allah ve Resulu bu işte hüküm verdiği zaman, artık mümin bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulune karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (el-Ahzab, 33/36).

"Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar” (en-Nisa, 4/65). "Bu yüzden Allah Resulunun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine acı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar" (en-Nur, 24/63). "Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah 'tan korkun, çünkü Allah'ın azabı çetindir" (el-Haşr, 59/7).

Yukarıda bir bölümünün mealini verdiğimiz bu ve benzeri ayetler, İslam toplumunda Allah ve Resulunun belirlediği prensiplerin uygulanması gerektiğini ifade etmektedir. Ancak vahiy ve sünnette açıkça yer almayan, kapalı bulunan, çelişkili olan ya da kendisinden şeriatte hiçbir söz edilmeyen sosyal problemler çıkarsa bunların da çözümü yine usul kuralları içinde müctehitlerce yapılmıştır. Tali hüküm metotlarını teşkil eden bu ikinci derece deliller şunlardır: Mesalih-i Mürsele, istihsan, örf, Hz. Muhammed'den önceki şeriatlar, sahabi sözü ve istishab. Müctehitler önceki yüzyıllarda özellikle büyük mezhep kurucusu imamlar döneminde bu metotları kullanarak o güne kadar ortaya çıkan problemleri çözdükleri gibi, daha sonra çıkabilecek meseleleri de sanki olmuş gibi kabul ederek komprime cevap ve fetvalar vermişlerdir. Günümüzde de aynı metotlar kullanılarak ehil ilim adamları tarafından yeni çıkan meseleler çözümlenebilir. Böylece islami hükümlerin uygulanmasında bir boşluk söz konusu olmaz ve İslam hukuku sürekli olarak yenilenmiş olur.

İşte bir İslam toplumunda ihtiyaç duyulan prensipleri belirlemek, yeni çıkan meseleleri çözüme kavuşturmak üzere belli bir ilim heyetinin oluşması halinde Müslümanlar adına hareket eden bir "teşri' organı" ortaya çıkmış olur. Bu, çevresinde ehliyetli ilim adamlarının istişare için toplandığı bir İslam Devlet başkanı olabileceği gibi, İslam toplumu tarafından seçilmiş bir "şura meclisi" de olabilir.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Allah'ın rahmeti, sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğersen sert ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar senin çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları affet ve bağışlanmalarını dile. İşlerinde onlarla istişare et. Bir işe de azmedince, artık Allah'a güvenip dayan. şüphesiz Allah, kendisine güvenip dayananları sever" (Âl-i İmran, 3/159). "Onların işleri aralarında şura iledir” (eş-Şura, 42/38). Bu ayetlerde öngörülen şura prensibi, bir kimsenin önemli bir iş öncesinde işi bilen birisine danışmasını kapsadığı gibi, toplulukların hatta bütün halinde bir islam toplumunun da önemli meselelerini, işi bilen ehil kimselere götürüp müzakere edilmesini de kapsar.

Ancak İslam toplumunun böyle bir istişareyi gerçekleştirmesi daha düzenli bir "istişare organı"nı akla getirir. Nitekim ilk dört halifenin, özellikle Hz. Ömer'in çevresinde önemli meseleleri kendileriyle görüşüp müzakere ettiği bir heyetin bulunduğu bilinmektedir. Daha ilk halifeler döneminde belirgin hale gelen bir şura meclisinin, dana sonraki yüzyıllarda olumlu yönde gelişip kurumlaştığı söylenemez. Ancak temelde olması gereken "şura meclisi"ni, İslam toplumunun ortaya çıkarması ve bununla ilgili alt yapıyı hazırlaması gerekir. islam toplumu adına son sözü söyleyecek, vahiy ve sünnetin kesin olarak çözüme bağlamadığı konularda gerekli düzenlemeleri yapacak olan "şura meclisi" kimlerden oluşur? Bunları belirlemede kimler oy kullanır?

Bütün bu soruların cevabı ve uygulama şartları yeni çıkan meseleler olup, bunları ehliyetli ilim adamları çözüme bağlar. Bu konularda ülke ve dünya şartları dikkate alınır. Toplumun maslahatı gözetilir. Önceki yüzyıllarda görülen uygulama örneklerinden istifade edilir.

Diğer yandan gerek vahiy ve sünnette kesin çözüme bağlanan konular ve gerekse tali delillere dayanarak çözüme kavuşturulacak meseleler tedvin edilerek bir kanun metni haline getirilir. Uzman komisyonların hazırlayacağı böyle bir taslak şura meclisinde müzakere edilerek oylanır ve kanunlaşır. Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında görülen arazi kanunnameleri, Mecelle, 1917 tarihli Hukuku Aile Kararnamesi gibi kanun metinleri böyle bir tedvin faaliyeti ile meydana getirilen kanunlardır. Şura meclisi kanunların uygulanması sırasında ortaya çıkacak zorlukları dikkate alarak ve yeni meseleleri de sürekli izleyerek yasama faaliyetini sürdürür. Gerektiğinde mezhepler arasında bazı tercihler yaparak islami hükümlerin uygulanmasında esneklikler meydana getirir. Nass'larda çözümü olmayan konularda örf de şer'i bir delil olduğu için toplumda oluşan örf ve adetler şura meclisince kanunlaştırılabilir. Böylece idari, mali, ekonomik vb. konularda örfi kanunlar ortaya çıkar.

Ceza hukuku bakımından had cezaları yanında şura meclisi ta'zir cezalarını kapsayan bir ceza kanunu hazırlayıp kanunlaştırır. Çünkü islam Devletinin ta'zir cezaları koyma yetkisi vardır.

Bu duruma göre islam toplumu ile bu toplumu temsil eden şura meclisi arasında sürekli bir iletişim söz konusu olur. Toplum ihtiyaçları ve bazı kanunların uygulanması sırasında ortaya çıkan sıkıntılar bu meclise iletilerek yeni çözümler aranır. İdare modelinin, ekonomik sistemin, toprak rejiminin, islam sisteminde arzettiği farklı yapılar nedeniyle temsilciler arasında farklı görüş, anlayış ve arayışlar ortaya çıkabilir. Bir grup; ekonomik faaliyetleri özel sektör ağırlıklı bir yolla çözmeyi isterken, başka bir grup ekonomide İslam Devleti'ne ağırlık veren bir yol izlemek isteyebilir. Bütün bunlar hayırda yarışma ve en güzel uygulama metodunu bulma çalışmaları olur.

Hz. Ömer devrinde fethedilen Suriye ve Irak topraklarının statüsü hakkında cereyan eden müzakereleri buna örnek verebiliriz. Bu arazilere "fey” hükümleri uygulanmıştır. Fey'; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise harac vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir. Bu, bir bakıma geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir.

Irak toprakları fethedilince gaziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı. Hz. Ömer paylaştırmak istemeyince uzun istişare ve müzakereler yapıldı. Hz. Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Bilal-i Habeşi ile aynı görüşte olanlar, bu toprakların ganimet kabul edilerek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hayber topraklarını dağıttığı gibi gazilere dağıtılmasını istediler. Muaz b. Cebel ve Hz. Ali gibi bazı sahabiler ise bu konuda Hz. Ömer'i desteklediler.

Hz. Ömer şöyle diyordu: "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Onlar toprakların, üzerinde yaşayan halkla birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını göreceklerdir". Muaz b. Cebel de şöyle diyordu: "Ya Ömer! Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprağın büyük bir bölümü Müslümanların eline geçer. Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki Müslümanların da sonra gelecek olanların da yararlanmasını sağlayacak bir statü ver". Hz. Ömer bu müzakerelerde kendi görüşüne bazı ayetleri delil getiriyordu (Bk. el-Haşr, 59/7-10). Böylece Hz. Ömer, Suriye ve Irak toprakları için ganimet ayeti ile (el-Enfal, 8/41) değil, el-Hasr suresindeki fey' ayetleri ile amel etmiştir. Fey' ayeti, yalnız savaşa katılanları değil bütün mü'minleri kapsamına alır. Bu, gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonra gelenler önce gelenlere ortak olurlar. Bu ise ancak arazileri paylaştırmamakla gerçekleşir. Böyle bir statü toplu bir vakıf ve toplu bir kamulaştırma niteliğindedir. Ancak fey' toprakları mirasla geçerken, gerçek vakıf miras yoluyla intikal etmez (Ebu Yusuf, el-Harac, Mısır 1352, 75, 83, 85; Ebu Ubeyd, el-Emval, Kahire 1968, 94; Muhammed Hamidullah, el-Vesa'iku's-Sivasiyye, 314, Vesika: 325; Ali Şafak, İslam Arazi Hukuku, 146-149; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, İstanbul 1983, 572 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhu'l-İslami ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, V, 332 vd.; Ayrıca bk. "Ehlü'l-Hal ve'l-Akd", "Hilafet", "Şura", "İstişare", "Şeriat" maddeleri).

Sonuç olarak toprak statüsünün belirlenmesi ile ilgili sahabe arasında cereyan eden bu müzakere ve tartışmaların benzeri diğer ekonomik, sosyal, kültürel vb. konularda da vuku bulabilir. Toplum yararı gözetilerek islami ölçüler içinde bulunacak çareler karar halini alınca İslam toplumu için bağlayıcı olur.

İki yönü olan sosyal problemlerde bir grup insanlar bir yönü toplum yararına daha uygun bulurken, başka bir grup aksi görüşte olabilir. Böylece her iki grubun görüşleri de İslami çerçeve içinde bulunur ve müslümanlar hangi gruba tabi olsa hak üzere sayılır. Burada, farklı görüşlerin ortaya çıkması en uygun görüşe ulaşmayı kolaylaştırır. Tartışılan konuların mantık ve delil süzgecinden geçirilmeden gözü kapalı benimsenmesine engel olur.

Buna göre, İslam'da devlet yönetim ve işlerinin islam toplumunun kontrol ve murakabesine tabi olduğu, bu kontrolün temsili bir meclis tarafından yapılacağı, iki yönlü sosyal konular müzakere edildikten sonra bunlardan birisini kabul veya reddetmenin mümkün bulunduğu sonucuna varılabilir.

Hamdi DÖNDÜREN


2-)Teşri', Allah ve Resulüne (peygamberine) aittir. Peygamber efendimiz devrinde teşri', ilahi bir veche (durum) arzediyordu. Kur'an-ı kerim tedrici olarak (hadiselere göre) inzal oluyor (iniyor), dini ve dünyevi her türlü mes'elelerin çözüm şekli belirtiliyordu. Peygamber efendimiz bizzat teşri'i faaliyette bulunuyordu. Çünkü Kur'an-ı kerim, O'na teşri' salahiyeti tanımıştı. Allahü teala ayet-i kerimede mealen buyurdu ki: Peygamber size ne verdi ise onu alın (ve emirlerini tutun). Size neyi yasak etti ise, onu da almayın (yapma dediğini yapmayın). (Haşr suresi: 7) (Serahsi, Pezdevi, Şa'rani)

Peygamber efendimizin teşri' vazifeleri fiili (bizzat yaparak) ve kavli (söyleyerek) olduğu gibi, dine aykırı olmayan bir şey gördüklerinde de susarlar, o işe mani olmazlardı. Buna Peygamber efendimizin takriri sünneti denir.Bu da Resulullah'ın teşri' vazifelerindendi. (İbn-i Hatib, Serahsi)


3-)Yasama.


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?

Bu kelime Dini bir Terimidir.

  • Peygamberlerin tebliğ ve tebyin görevlerinin yanı sıra Teşri sorumlulukları da vardır.

Sizde içinde Teşri kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Teşri kelimesi anlamı 1114 defa okunmuştur. [242805] Teşri kelime anlamı, Teşri nedir, Teşri ne demek, Teşri sözlük anlamı

Paylaş